15 Şubat 2012 Çarşamba

Ses’li Yolculuk

“Ses geliyor… Sus Ses; çünkü kulaklarım sesimi duymak istemiyor. Konuş deme bana. Susan sesim içimi acıtıyor, konuşursam seni acıtacak…”

Gitarı akort etmeye başladı. Uygun sesi buluncaya kadar olan süre kulak tırmalayıcıydı. Bir türlü ayar çekilemeyen içindeki ses ise “huzur hoplatıcı”. Yani, yanındaki insanların bir anda değişen ruh haline anlam veremeyerek, “Ne oldu durup dururken!” demelerinin ardından gelişen huzursuzluk durumu ya da yanında kimse yoksa huzursuzluğu en kolay betimleyen hop oturup hop kalkma hareketliliği. Bunun üzerine o pek düşünmedi, onu ilgilendiren kısmı sadece huzursuzluğu ve gitarının akorduydu.

En azından rahatsız edici seslerden biri bitti. Artık şarkısına başlayabilirdi. Alelade toplanmış bir kalabalığın beklentisi yoktur. Böyle zamanlarda “güzel” muhteşemdir. Bu yüzden onun sesi muhteşemdi.

Ankara tren vagonundan bir yolculuk fotoğrafı
Pardon, muhteşem sesli kadının kocası arka masalarında oturan kıvırcık saçlı kıza mı bakıyor? Evet bakıyor. Böyle bir karısı varken neden bana bakıyor diye düşündü kız. Bilinmeyen her şey, herkes kusursuzdur. Bunu o biliyordu ama adamın bunu bilememesine, sık yaşanan bir şey olmasına rağmen sinirlendi. Sık olması yanlış olmadığı anlamına gelmiyordu ya. Sonra gülümsedi kız; anneannesinin içerikte ağır ama söylendiğinde güldüren özlü sözlerinden birini hatırladı: “Erkeğin en iyisi kırmızı oturakta can versin.”

Rakılar içildi, şarkılar söylendi, tutulmayacak sözler verildi. Bu, zamana ters düşmeyen bir zaman yolculuğuydu. Ne önceye ne de sonraya gittiler. O sabahın bir gece öncesiyle olan tek farkı bir başka şehirde olmalarıydı. 

Susan sesi hala içini acıtmaya devam ediyordu, konuşursa karşısındakini acıtacaktı.

Tanrı, Tanrıçasına yalvardı: Konuş benimle!

Bir Tanrı yalvarır mı hiç, bir “ölümlü” konuşursa Tanrı’yı “acıtabilir” mi hiç…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder