14 Aralık 2012 Cuma


Esra Pekin, acıma ile canı yanma arasındaki farkı kişinin acıya olan mesafesiyle anlatıyor Lilith'te. Acı uzağındaysa acıyan, yakınındaysa canı yanan oluyorsun. Bir de insanoğlunun, bunların dışında, uzağında olan hiçbir acının kendi başına gelmeyecekmiş gibi davranma durumu var. Kitap, bilsek de bize hiç rast gelmeyecekmişçesine yaşadığımız "ölüm" gerçeğini yineliyor. Ölü bir kargayla ölü bir insan arasında ne fark var?

Gülenay Börekçi'nin Esra Pekin ile Lilith üzerine yaptığı röportaj:

esra pekin’den lilith: farklılıklara karşı tahammülsüzlüğümüzün romanı


Romanınızın isminden başlarsak… Adem ve Havva’nın cennetten kovuluş efsanesini biliyoruz. Fakat Havva’dan önce Lilith vardı. Ve onun kaderi cennetten tek başına“kovulmak” oldu. Efsane başka türlü ilerleseydi, Lilith kalsaydı, ne olurdu? Demek istediğim Lilith Adem’e baş kaldırsaydı ve gene de kovulmasaydı, hayatımızda ne değişirdi?

Farklılıklara gösterdiğimiz tahammül şimdikiyle kıyaslanmayacak ölçüde bambaşka bir noktada olurdu. En başta kadın ve erkek arasındaki cinsiyet farkından kaynaklanan hiçbir çifte standart mevcudiyet kazanamazdı. Baş kaldırdığı için Lilith’in adı, tüm kutsal sayılan kitaplardan silinmiş. Değeri ve cesareti tam da burada ortaya çıkıyor. Hikayelerde ondan insanlığın çok da haz etmediği bir şekilde bahsediliyor ama başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğü ve söylediği Lilith için manasız. Bu yüzden sadece kadınların değil farklılıklarından ötürü toplum dışına sürülmüş tüm yalnızlaştırılmış bireylerin kahramanı o. Simgesel değeri muazzam. Lilith baş kaldırdığında kovulmasaydı “aykırılık”, “ayrımcılık” gibi birbirini karşılıklı üreten ve dolayısıyla besleyen kavramlar insanlığın bilmediği, tanımadığı şeyler olacaktı. Aykırı olanlar, ayrımcılığa uğramayacaktı. İnsanlar aykırı olmalarının bedelini ödemek zorunda kalmayacaktı. Baş kaldırmak yerinilen değil övünülen bir eylem olarak anılacak ve insanlık tarihi kendi çağlarında kabul görmeyen ama değerleri ancak çok sonraları anlaşılan az sayıda baş kaldıran kahramanla daha fazla karşılaşmış olacaktı. Ama tabii kahramanlık nadir görülen bir durum olmayacağı için adları “kahraman” olmayacaktı.
Adem Lilith’e neden aşık oldu ve onun nesinden korktu? Lilith ona kendindeki hangi eksikliği hatırlattı?
Adem Lilith’e kendisine benzediği için âşık oldu veâşık olduğu için de üzerinde baskı kurmaya çalıştı. Onun gibi topraktan yaratılan ve eşit haklara sahip olduğunu iddia eden sevgilisinin nedeni ne olursa olsun onunla eşitmiş gibi davranmasına tahammül edemedi. Adem kendisine duyduğu aşkın başka bir bireyde varlık kazanması fikrinden etkilendiği için Lilith’e âşık olmuştu. Lilith, eşit koşullar talep edince Adem buna rıza göstermedi, Lilith de gitmeyi tercih etti. Kimse aşkın nedeninin “maşuk”un kendisine duyduğu aşk olmasını kabul edemez, buna sabır gösteremez. Aşk bireysellik korunabildiği sürece devam edebilir. Adem Lilith’in cesaretinden ve başına buyruk olmasından korkmuş olabilir. Çünkü cesaret terk edilmeyi ya da terk etmeyi, yalnız kalmayı ya da yalnız bırakmayı kabullenmeyi gerektirir. Adem başına buyruk ve yürekli Lilith’in şartlar istediği gibi olmadığında ardına bile bakmadan gideceğini anladığında ondan korkmuş olabilir. Adem’in ancak durağan ve hep aynı kararlılıkta sürecek bir yaşantının içinde mutlu olabilecek bir mizacı var. Ona boyun eğecek bir kadın ve cennetin bitmez tükenmez yemişleri mutluluğu için kafi. Aradığı ve bulduğundan emin olduğu şey, “huzur”. İçinde heyecan ve farklılık barındıran bir yaşantı onun için mümkün değil. Lilith, Adem’e başka türlü bir hayat olabileceği ihtimalini hatırlatarak onun “huzur”unu bozuyor. “huzur” sonradan, Havva boyun eğen bir kadın olarak Adem’in kaburga kemiğinden yaratıldığında kaldığı yerden devam ediyor. Adem romanda da bahsettiğim “hafızasız tanrının hafızasız insanları”na örnek.
Kahramanınız Lamia adlı bir kadın. Manidar bir isim; “ışık saçan” anlamına geliyor. “Canavar”rolü biçilen ve başkalarının çocuklarını yiyen bu kadının hikayesi, Lilith’ten bile eski. Kahramanınızın Lilith ve Lamia’yla ortak yönü ne?
Lilith karşımıza pek çok farklı isimle çıkıyor. Bunlardan biri de Yunan Mitolojisindeki Zeus’un sevgilisi Lamia. Birçok ortak noktaları mevcut. Zeus’un karısı Hera da Havva’ya benziyor. Her iki mitte de üçlü bir ilişki söz konusu. Lilith de, Lamia da sonunda onlara yapılanın intikamını almaya ant içiyor. Lamia gerçekten de manidar bir isim. Asıl enterasan olan Lamia’nın Leyla ile de bir tutulması. Leyla, “uzun ve karanlık gece” manasına geliyor, Lamia ise dediğiniz gibi “ışık saçan”. Ben bu iki manayı yorumlamak isteseydim, “geceyi aydınlatan” derdim, “geceye ait olan ışık”. Geceleyin var olabilmek için karanlığı aydınlatacak ışığa ihtiyaç duyuyor ve ışığını kendi üretiyor. Kendinden başkasına ihtiyaç duymuyor. Keramet kendinde. Cesaretinin nedeni de bu. Romandaki Lamia da işte tam da bu açıdan Lamia’ya ve Lilith’e benziyor. Aldığı kararı uygularken kendine has bir özelliğinden faydalanıyor. Başkasından yardım beklemeye gerek yok, metaforik olarak aralarındaki ortak yönü anlatmanın bana göre en etkili yolu Lamia’nın bu özelliğini vurgulamaktı.
Erkek egemen toplumlar onları lanetleyip yok etmeyi yüzyıllardır denedikleri halde ikisinin de günümüzde yaşamayı, var olmayı her zamankinden daha kuvvetli bir şekilde sürdürmelerini nasıl açıklıyorsunuz? Mesela kendi adıma ben idolü Havva olan bir kadın tanımadım. Bazıları açıkça söylüyor, bazıları farkında değil ama Fakat Lilith neredeyse bütün genç kadınların idolü…
Birini güçlendirmenin en etkili yolu, onu yok saymaktır. Yok sayılan, değerinin aşağısında muamele gören, eşit ve adil davranılmayan, farklılığı taciz edilen, düşünce ve ifade özgürlüğü tanınmayan bireyler ve topluluklar, kendilerini var etmenin yolunu mutlaka bulurlar. Meşru veya gayrimeşru, nasıl olursa olsun, yok sayılmak en büyük var olma ve hayatta kalma nedenidir. Var olmanın anlamsızlığına karşı hakiki bir nedeni olan birey de onu yok sayan karşısında tanınmak için tüm varlığını ortaya koyabilir. Ezilen, yok sayılan, ikinci sınıf addedilen, çifte standarda uğrayan birey, cinsiyeti ne olursa olsun bir kahraman arayışına girer. Davasında kendine yol gösterecek, ilham alacağı, cesaretini kaybettiğinde güç verecek br destek ihtiyacıyla… Lilith de Lamia da bu nedenden ötürü unutulmamaya yazgılı. Onlara “yok” muamelesi yapanlara inat, yaşamaya devam edecekler. İdolü Havva olan bir kadın belki yok ama idolü Havva imiş gibi davranan pek çok kadın var. Çünkü çoğunluğun sultası altında yaşamaya çalışmak, daha kolay. Biz pek çok şeyi yok saydığımız, konuşmaktan imtina ettiğimiz bir tarihin hafızasız çocuklarıyız. Hafızasızlığın iltifat gördüğü dönemlerin bedelini ödemek zorundayız. Hafızalarımızın gücü elinde bulunduranlar tarafından şekillendirilmeye çalışıldığı, şekle şemale girmeyenlerin cezalandırıldığı yani hafızasızlaştırıldığı, hafızası sağlam olanların ise dilsizleştirilmeye çalışıldığı bir coğrafyanın bireyleri, belki de bu nedenle Lilith’i idol kabul ettiklerini itiraf edemiyorlardır.
Tanrı’nın Lilith’i cezalandırmak için seçtiği yol onu cennetten kovmak. İnsanlar onu yok etmek için hangi yolları kullandı?
İnsanlık bir şeyi yok etmek istediğinde ona yokmuş gibi davranır. Bu kural hiç değişmez. Zannedilir ki yok saymak, yok sayılanı yok etmeye muktedirdir. Halbuki, dedim ya, yok sayılanı güçlendirmekten başka bir işe yaramaz bu. Yok sayılmak zannedildiği gibi masumane, zararsız bir görmezden gelme şeklinde göstermez kendini. Şiddetli olur. Yok sayılırken de şiddetle mutlaka karşılaşılır. Neyin iltifat, neyin hakaret göreceğine karar verenler şiddeti meşrulaştırdıkları müddetçe, insanlık Lilith gibi farklı olanları yok etmek için kendinde hak görecek.
Kahramanınız Lamia’nın karşısına niçin zaman zaman birbirlerinin yerine geçebilen ama karakterleri bütünüyle farklı ikiz kardeşleri çıkardınız. Bu ikilik hali romanınızda erkeğe dair neyi simgeliyor?
İnsanoğlunun zaaflarına vurgu yapmak için bu ikiliği kullandım. Habil ve Kabil kadar farklı iki kardeşin, hataya düşme konusunda benzer zaaflara sahip olduğunu anlatmaktı gayem. Aynı rahmi aynı anda paylaşmış ama birbirlerine benzemeyen ikizler üzerinden anlatmaya çalıştığım kötülüğün, insanın bencil doğasının bir sonucu olduğu gerçeğini ve düşkünlüğün hep bu nedenden ötürü vuku bulduğunu anlatmanın bir yoluydu bu ikilik. Herkes evvela kendisini düşünür. Bazısı daha çok, bazısı daha az. Masumiyet bu dozun ölçüsünü belirlemez. Bu nedenle romanda karakterlerden beklenmeyen bir davranışla karşılaşıyoruz. Bu ikiliği romanda insan doğasının kendine yakın olana duyduğu bağlılığın, bağımlılığa dönüştüğü noktada tehlikeli bir hal alabileceğini anlatmak için de kullandım. Ya da şöyle: Kendimize yakın olana, en başta kendimize duyduğumuz marazi düşkünlüğü vurgulamak, kısaca egosantrik tabiatımızın doğal bir sonucu olan bağımlılığı daha net ortaya koyabilmek için…
Masumiyetin tanımı nedir? Masumiyet kavramı tehlikeli olabilir mi?
Olmayan bir şeyi tanımlamak imkansız. “Gördüğünüz her masumun kötü bir yanı vardı” cümlesine yürekten inanıyorum. Benim masumiyet tanımımda, bu dünyada var olamayacak ölçüde bir kendinden vazgeçme söz konusu. İnsanda varlık bulamayacak bir özellik masum olmak. Ama masum görünmek mümkün olabilir. Ve masum görünmek kesinlikle tehlikeli de olabilir. Beraberinde saklanmayı, sır tutmayı, hileyi ve yalanı getirir çünkü. İlk olarak insan kendi doğasını gizlemek zorunda kalır, “iyi insan”ı oynar, masum olduğunu ispatlama yoluna gider ve kendine bile yalan söyler. Sonunda infilak kaçınılmazdır. Otorite bizden masum olmamızı, suçsuz bireylerden ibaret temiz bir toplum haline gelmemizi bekliyor, hatta bunu gerekirse zorla sağlamaya çalışıyor. Masumiyetin tanımını da elbette kendi yapıyor. Tanımlamak kendi tekelinde. Masumiyeti zalimlikle sağlamaya çalışıyor. Masum görünmeyi başaranlar ödüllendirilirken, diğerleri hakarete ve tecavüze uğruyor. Evet, masum görünmek üzerinden, masumiyetin tehlikeli olabileceğini düşünüyorum.
Kitabınızı dört bölüm halinde yazmışsınız: Şimdi, Önce, Daha da Önce ve Fi Tarihi… Hikaye geriye doğru, kat kat açılıyor… Kadın ve erkeğin sonrasını nasıl hayal ediyorsunuz?
Ayrımcılığın olduğu yerde bundan çıkar sağlayan birilerinin olması kaçınılmazdır. Asıl mesele, bu çıkar gruplarını ellerinde tuttukları ve hak iddia ettikleri her ne ise ondan vazgeçirebilmekte. Bunun münkün olduğu bir dünyayı ne yazık ki hayal edemiyorum. Oysa, cinsiyet ayrımcılığının olmadığı bir dünyada ayrımcılığın hiçbir türü var olamazdı. Ayrımcılığın her türü birbiriyle ilişki halinde, iç içe geçmiş vaziyette. Çözüm tek tek değil, topluca ortadan kaldırılmalarında. Böyle adil bir dünya düzeninde insanın kendini daha iyi ifade etme yolları bulacağı da aşikar. Çeşitliliğin zenginleştirdiğinin kabul edildiği, çok kültürlülüğün çok dilliliğin tehlike olarak görülmediği, adaletin zorbalıkla sağlanmadığı, insanların aynılaştırılmadığı bir dünyada kadın ve erkek daha sağlıklı ve “masum” bir ilişki içinde olabilirdi. Tüm bunlar sağlanabilseydi her türlü ilişki olması gerektiği gibi, doğal seyrinde akmaya başlardı. Sözgelişi her cins kendi doğasına yaklaştığı ama bunu yüceltmediği müddetçe diğer cinsi anlayabilirdi.
Edebiyat için “başkaldırmanın en zarif yolu” demişsiniz… Toplum olarak o en zarif yola bile kimi zaman tahammül edemeyişimizi nasıl açıklarsınız?
Sorunlar envai çeşit olsa da neden hep aynı. Farklılıklara tahammül gösterememek. Bu tahammülsüzlük öylesine yaygınlaşmış ve meşrulaşmış durumda ve öylesine olağan karşılanıyor ki her türlü mecrada kendinde müdahale hakkı gören “otorite”, kendini bir edebi eserin edebi olup olmadığına karar verebilecek kudret ve bilgide de görebiliyor. Bilgisizlik beraberinde cesareti getiriyor. Halbuki bir edebi eser toplumu tahrik ettiği, yüreklendirdiği ölçüde hafızalarda yer eder. Baş kaldıran, cesur edebi kahramanları daha çok sevmemizin nedeni budur. Kaldı ki “tahammül göstermek” kavramının içinde bile özveride bulunma ve kabul ettiği için kendini üstün görme gibi bir gizli mana saklı, bu bile yeterince rahatsızlık verici ve düşündürücü.
Edebi kahramanlarınız kimler?
Bir edebi kişiliğin sevilebilmesi yazarının okuyucuya karakterin bir hayal ürünü olduğunu unutturabilmesinde saklı. Bu edebi kahraman bir cani, bir kurban da olabilir; bir kahraman da, anti-kahraman da olabilir. Marguerite Yourcenar’ın Hadrianus’un Anıları’ndaki Hadrianus, Lawrence Durrell’in İskenderiye Dörtlüsü’ndeki Justine, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sındaki Maria Puder, Erich Maria Remarque’ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’undaki Paul, Dino Buzzati’nin Tatar Çölü’ndeki Giovanni Drogo, Jack London’ın Martin Eden’ine adını veren Martin, Camus’nün Yabancı’sındaki Meursault, bambaşka özelliklere sahip olmalarına rağmen hakikate yakın oldukları ve beni son derece keyifli bir yalana inandırdıkları için çok sevildiler.
http://egoistokur.com/esra-pekinden-lilith-farkliliklara-karsi-tahammulsuzlugumuzun-romani/

27 Kasım 2012 Salı

Ağır aksak ilerleyen mali durumlar, hızla akan ömrün süratini kesmiyor. İğdiş edilmiş bir süratin içinde hayhuylanırken, hayata neden erkek cinsiyetini atfettiğini düşünemiyor. Belki bir Kibele doğurganlığına sahip olduğunu bildiği içindir. Bu coğrafya ne garip şey, anne! Bereketi temsil eden tanrıçada bile, Anadolu kökenlisi geliyor aklına. 

19 Ekim 2012 Cuma


Orada bir köy var uzakta. Gitsen de senin olmayan ama öldüğünde içini yakan…

3 Eylül 2012 Pazartesi

Cinsel kimliklerini politik olarak sunmalarının nedeni Öldürülmemek, iş sahibi olabilmek, barınabilmek…




Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği; lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel ve travesti bireylere yönelik yapılan hak ihlallerine karşı mücadele ediyor. Şu an, en acil müdahaleye trans kimliklerin ihtiyacı olduğunu söyleyen Erdem Gür, “Eşcinseller ve biseksüellerde psikolojik şiddet veya gerilim yaşanıyor. Bunu küçük gördüğüm için söylemiyorum, ama diğer tarafta ölümlerle sonuçlanan bir durum var” dedi.


Türkiye’de nereye elinizi atsanız bir ayrımcılıkla karşılaşıyorsunuz. Bitmeyen ön yargılar ve “öteki” denileni anlamaya yönelik katı tavırlar, bir gün bilinçsizce bu tavrı takınanları da farkında olmadan ötekileştirebiliyor aslında. Maalesef birçok farklı alanda yapılan ötekileştirmelerden, bu kez LGBT (lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel, travesti) bireylerin karşılaştıkları sorunları dile getirmek istedik. Onlar ataerkil bir yapının hüküm sürdüğü bu topraklarda birçok hak ihlaline uğrarken, uyarılar ise bu bireylerden bir olumsuzluk görülebileceği yönünde oluyor. Uyarılması gereken kişiler şaştığında, diğer taraftan ayrımcılık da dağ gibi büyüyor.

Siyah Pembe Üçgen İzmir, LGBT bireylerin sesini duyurmak için mücadele eden ve haklarının korunması için çalışmalar yapan bir dernek. Eşcinsel, biseksüel ya da trans kişilerin varlığı insanlık tarihi kadar eski ve tabiî ki bu kişilere karşı gelişen ön yargılar da… Siyah Pembe Üçgenin anlamı da Nazi dönemine uzanıyor. Toplama kamplarında sadece Yahudiler yoktu. Aynı zamanda eşcinseller de vardı. Bu kamplarda siyah üçgen; eşcinsel, biseksüel ve seks işçisi kadınlar için kullanılırken, pembe üçgen ise eşcinsel erkekler için kullanılıyormuş. Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği de -günümüzde direk kollara takılan bir işaret olmasa da- bu tür ayrımcı etiketlemeleri kaldırmak için mücadele ediyor.

İzmir’deki LGBT örgütlenme 90’ların başına denk geliyor. Çeşitli oluşumlar farklı isimler altında bir araya gelmiş, fakat kayıtlı örgütlenme modeli olarak ilk kez 2009 yılında Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği kurulmuş. Dernekle ilgili bilgileri ve LGBT bireylerin karşılaştığı sorunları dernek üyelerinden Erdem Gür, Deniz Solmaz ve Ozan Ünlükoç’tan öğrendik.

Trans cinayetlerinde ilk 3’teyiz

Dernek kurulur kurulmaz örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanmasına yönelik bir muameleyle karşılaşmış ve İzmir Valiliği’nin talebiyle, savcılığa kapatılması yönünde dava istemi olmuş. 4. duruşma da ise davayı kazanmışlar. O süreci Erdem Gür şöyle anlattı: “O dönemde bizim ilk dernek üyemiz Azra Has, İzmir’de seri katil cinayeti diye duyurulan olayda 3. kişi olarak öldürüldü. Bu da kamuoyunda yer buldu. Medyanın dili çok ötekileştirici ve ayrımcıydı. Diğer öldürülen kişilerin meslekleri yazılırken, Azra’nın mesleği travestilikmiş gibi onu ‘Travesti Azra Has’ diye andı medya. Bu belki savcıyı ya da hakimi de etkilemiş olabilir ki bu cinayetten sonraki ilk duruşmada davanın reddiyle sonuçlanan bir duruşma yaşadık. O dönemden bu döneme yasal düzeyde başka herhangi bir sorun yaşamadık.”

Dernek içinde medya, sağlık, hukuk, kadın gibi gruplarının olduğunu ifade eden Deniz Solmaz, hukuk grubu olarak her anlamda hak ihlaline uğrayan LGBT bireyler için karakola gittiklerini, dava açıp, takip ettiklerini dile getirerek; “Aslında daha çok trans bireyler üzerinde çalışıyoruz” dedi. Erdem Gür de trans kimliklerin görünür olduğu için LGBT camiası içinde en acil müdahaleye ihtiyacı olan kişiler olduğunu söyleyerek, “Eşcinseller ve biseksüellerde psikolojik şiddet veya gerilim yaşanıyor. Bunu sorun hiyerarşisi ya da küçük gördüğüm için söylemiyorum, ama diğer tarafta ölümlerle sonuçlanan, hem devletin hem insan haklarını savunan herkesin önceliğini alması gereken bir durum var. Çünkü Türkiye, Avrupa genelinde nefrete dair trans cinayetleri konusunda ilk 3’te yer alıyor” diye konuştu.

İzmir’de LGBT olmak

Türkiye’nin diğer şehirlerine oranla LGBT bireyler için İzmir’i nasıl değerlendirdiklerini sorduğumuzda Gür; “İnsanlar liberal sistemde alım satım gücü iyi olduğu sürece özgür bir hayat yaşadıklarını düşünerek böyle bir yanılsamanın içine giriyorlar. Türkiye’de en sık yaşanan şehirlerden biri de İzmir. Türkiye’nin her yerinde olan ayrımcılığın burada da hala çok yoğun bir şekilde yaşandığını düşünüyorum. Son 3 ay içerisinde 3 tane trans kadın cinayeti oldu” dedi. Ozan Ünlükoç ise insanların “Ben sana saygı duyuyorum” derken bile kendilerini bir üst olarak konumlandırdıklarını ve hiçbir LGBT bireyin böyle sahtece bir saygıyı görmesi gerektiğini düşünmediğini belirtti.   

Deniz Solmaz, Avrupa’da LGBT bireyler açısından yasal düzenlemeler olsa da trans bireyler söz konusu olduğunda Türkiye’den pek de farklı olmadığını dile getirdi. İsveç’te nefret suçları yasasının olduğunu ama bunun trans kadınları kapsayan bir yasa olmadığını vurgulayan Solmaz, “Fransa’da seks işçilerine devlet karışmıyor, keyfi muameleler uygulamıyor ama bir alan vermiş, her ay cinayet olmasa da her gün muhakkak birileri darp edilip, gasp ediliyor” dedi. İstihdamın LGBT bireyler için sorunlu olduğuna da dikkat çeken Solmaz, hayatlarını devam ettirebilmek için seks işçiliği yapmak zorunda kalan trans kadınların olduğunu söyledi. Solmaz, polisin trans bireylerin yaşadıkları sıkıntılara karşı duyarsız olduğunu ifade ederek, “Üst üste 15-20 kere polisi aradığımı biliyorum. Evin camları kırılıyor, çelik kapıyı baltayla kırıyorlar, ama polis gelmiyor” dedi.

“Biz de bütün insanlar kadar cinsellik düşünüyoruz”

Erdem Gür, en çok karşılaştıkları ön yargının LGBT olmanın bir hastalık olarak görülmesi ile sürekli cinsellik düşündüklerine yönelik yaygın düşüncenin olduğunu söyleyerek, “Biz de bütün heteroseksüeller, bütün insanlar kadar cinselliği düşünüyoruz” dedi. “Hal ve hareketlerime, düşüncelerime yön veren şey cinsel kimliğim değil” değil diyen Erdem Gür ise “Cinsel kimliğimizi politik bir şekilde sunuyor olmamızın nedeni, LGBT’lerin baş tacı yapılması değil, öldürülmemek, iş sahibi olabilmek, barınabilmek, ulaşabilmek” dedi.

Türkiye’de cinsel yönelime ve cinsiyet kimliğine dair hukuki bazda herhangi bir ayrımcı mevzuatın olmadığını ifade eden Gür, “Ayrımcılığa sebebiyet veren şey, yasalardaki muğlaklıklar, yasaların hakimlerin, savcıların yorumuna açık olması. Bu ayrımcı yorumların ortadan kalkması, hakimlerin ve savcıların insan hakları alanında daha fazla çalışmalar yapmasıyla olacaktır. Eğer konuyla ilgili bilgeleri yoksa ve yanlış yorumlayabileceklerini düşünüyorlarsa gelin birlikte çalışalım” diye konuştu. Gür, Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği olarak, ideolojilerini ve savunuculuk alanlarını homofobi, bifobi ve tarnsfobi karşıtlığı üzerinden yaptıklarını ekleyerek, “İnsan haklarına duyarlı olan herkes gelip bizimle çalışabilir” dedi. 

İzmir Life Dergisi
Eylül 2012

31 Ağustos 2012 Cuma


Hrant Dink’in 1 Kasım 2004 yılında yazdığı bu yazı; dün, bugün ve bugünlerin sonrasında sürecek gibi gözüken benzer yarınlarda ırkı, dini, cinsel yönelimi ya da tercihlerinden dolayı -her ne tür nedenden olursa olsun- şiddete (fiziksel ya da psikolojik) maruz kalan tüm insanların ve bu ayrımcılıkların sona ermesini isteyenlerin ortak umudunu anlatıyor: Birbirini anlamak!
Dünler dünleri kovalıyor. Ne olan olaylar ne de kaygı ve umutlar değişiyor.

90. yıl yazıları (I) Ruh halimdir
             
Türkiyeliyim... Ermeniyim... İliklerime kadar da Anadoluluyum. Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi "Batı" denilen o "Hazır özgürlükler cennetinde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim.

Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken, ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken, boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum. Ama artık...

Birilerinin "Bizim Ermenilerimiz" pohpohlamalarından da, "İçimizdeki hainler" kışkırtmasından da bıktım. Normal ya da sıradan yurttaş olduğumu unutturan dışlanmışlıktan da, boğarcasına kucaklanılmaktan da usandım...

Ne 24 Nisanlar'da yürüyebildim, ne de atalarımın anısına anıtlar dikebildim. Ama ne onları o günlerde bıraktım, ne de bugünlerde taşlaştırdım. "Onları yaşamımda yaşamayı" sırtladım... Gücümün yettiğince de yaşatarak taşıdım. Bu taşımama sekte vurmaya "Ne?" ya da "Kim?" yeltendiyse onlarla amansızca boğuştum.

Tabi ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kimileri "Katliam", kimileri "Soykırım", kimileri "Tehcir", kimileri de "Trajedi" diyor. Atalarım Anadolu diliyle "Kıyım" derdi... Ben ise "Yıkım" diyorum. Ve biliyorum ki eğer bu yıkımlar olmasaydı, bugün benim ülkem çok daha yaşanılır, çok da imrenilir olurdu.

Yıkıma sebep olanlara da, maşa olanlara da lanetim bundandır. Lakin lanetim geçmişedir. Elbette tarihte olan biten her şeyi öğrenmek istiyorum ama o nefret, ne menem bir re-zillikse o... Onu tarihteki karanlık inine bırakıyor, "Olduğu yerde kalsın, onu tanımak istemiyorum" diyorum.

Benim geçmiş tarihimin ya da bugünkü sorunlarımın, Avrupalar'da, Amerikalar'da, sermaye yapılması zoruma gidiyor. Bu öpmelerin ardında bir taciz, bir tecavüz seziyorum. Geleceğimi geçmişimin içinde boğmaya çabalayan emperyalizmin, alçak hakemliğini, kabul etmiyorum artık.

O hakemler geçmiş çağlarda arenalarda köle gladyatörleri birbiriyle vuruşturan, onların vuruşmasını büyük bir iştahla seyreden, sonunda da kazanana, yaralının işini bitirmesi için başparmaklarıyla işaret veren diktatörlerin ta kendileridir. Bunun için de, bu çağda, ne bir parlamentonun hakemliğe soyunmasını kabul ediyorum, ne de bir devletin.

Gerçek hakem halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez. Benim tek isteğim canım Türkiyeli arkadaşlarımla ortak geçmişimi alabildiğine etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarmamaca-sına özgürce konuşabilmek.

Bunu bir gün tüm Türklerle Ermenilerin de kendi aralarında konuşabileceklerine yürekten inanıyorum. Özellikle de Türkiye ile Ermenistan'ın kendi aralarında da her bir şeyi rahatlıkla konuşabilecekleri ve düzeltebilecekleri ve onlar konuşurken, benim ilgisiz üçüncülere dönüp, "Size de artık üç nokta düşer" diyeceğim günleri iple çekiyorum.

Dünya Ermenileri 1915'in 90. yılını anmaya hazırlanıyor. Ansınlar... Haklarıdır. Yukarıdaki satırlar da bendenizin ruh halidir... 

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Yüz Yıllık Buluşma: Dana Bayramı

Fotoğraflar Mert Çakır'a ait
http://iwefoqg.bianet.org/biamag/azinliklar/140488-eskiden-ayrimcilik-daha-azdi

Aşinalığı sevmekle, ırkçı olmak arasındaki ince çizgiyi gördük. Kendi rengindeki bir insana tanıdık geldiği için gülümsemenin ardından ama bunun bir ayrımcılık olmadığının vurgulandığı anlar yaşadık. Sırf renkleri değişik diye polis tarafından taciz edilen insanlardan, yaşadıkları şeyin ırkçılık değil, cehalet olduğunu söylediklerini duyduk.

Yine -aslında yaşamın tam da kendisi gibi- netliklerin esamesinin kişiden kişiye farklı okunduğu bir konunun üzerindeyiz. Ve yine yaşanan, öznelde farklılıkları getirse de “mağduriyet”in aşinalığının insanları birleştirdiği ve ayırdığı noktadayız. Bu yer Afro-Türkler, yani Afrika kökenli Türkler… Genel ifade tarzı “Arap” olduğu için ilk söylendiğinde biraz farklı gelebiliyor kulağa. Ama son dönemde özellikle genç kuşak kendine Afrika kökenli Türk demeyi tercih ediyor.


Afro-Türkler Osmanlı döneminde köle ticaretiyle ya da diğer yollardan Anadolu’ya gelenlerin torunları. Geçmişten geriye renklerinden başka geldiği topraklara ait pek de bir şey kalmamış günümüzde. Özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerine yerleşen ve buranın kültürüyle yüzyıllardır yoğrulan insanların hamurunun sadece rengi esmer diye, bugün problemler yaşayabiliyorlar. Problem yaşamıyoruz diyenler ise bulundukları köyden, mahalleden, kısacası o lokal ortamdan pek dışarı çıkmamış kişiler.

Dediğimiz gibi Afrika kökenlilerin bugüne taşıdıkları geleneklerden bahsetmek oldukça zor; ama son 6 yıldır geçmişten bir nefha sarıp sarmalıyor hepsini ve bir araya getiriyor. Bu esinti, baharı karşılama ritüeli olarak tanımlanan Dana Bayramı… Aslında bu bayram tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanun çıkıncaya kadar İzmir’de kutlanmaya devam ediyormuş. Hatta Torbalı çevresindeki köylerde 1950’lere kadar gizlice sürdürüldüğü söyleniyor. O tarihten sonra ise yavaş yavaş unutulmuş. Afro-Türk Derneği tarafından ise İzmir’in Bayındır ilçesinde tekrar kutlanmaya başlanmış ve bu yıl da 6.’sı gerçekleşti.

Anlatıldığına göre vakti zamanında üç hafta süren Dana Bayramı kutlamalarında Godya adı verilen Afrikalı topluluğun ileri gelenleri topladığı parayla dana alır ve bunu kurban ederlermiş. Tabi Bayındır’da yapılan sembolik bir bayram. Mayıs ayının 3. cumartesisi bir araya gelerek piknik havasında geçiyor ve artık dana kesilmiyor. Her sene biraz daha renklenen bayramda bu sene Kongo, Sierra Leone, Nijerya, Sudan gibi farklı Afrika ülkelerinden sanatçılar ve misafirler vardı, bir de siyahî “yurdum insanları”, yani Afro-Türkler.

Özlem Tınaz
İlk konuştuğumuz kişi güzel, genç bir Afro-Türk. Doğma büyüme İzmirli olan 18 yaşındaki Özlem Tınaz’ın babası Sudan, annesi ise Libya kökenli. Herkes gibi Tınaz’ın da fazla bir bilgisi yok kökenleriyle ilgili. Sadece anneannesinin Libya vatandaşı kartını görmüş ve “Afrika’da topraklarımızın olduğunu söylemişlerdi” diyor.

Lise 3. sınıfta moda tasarımı okuyan Tınaz, ten rengi ile ilgili sadece ilkokul 1. ve 4. sınıftayken sıkıntılar yaşadığını söylüyor. Arkadaşları arasında şakalaşmalar oluyormuş ama onu rencide eden arkadaşı olmadığını dile getiren Tınaz devamını şöyle anlatıyor: “Yolda yürüdüğümde içine sokarcasına çok sevip tatlı bakan da var; sanki yaratıkmışım gibi bakan insanlar da oluyor. Bunu normal karşılıyorum. Herkesin düşüncesi farklı. Kimseye kendimi sevdiremem, farklı bir boyuta taşıyamam. O yüzden saygı duyuyorum.”

Evleneceği kişinin kendi renginden olmasını istediğini ama bunun ırkçılık olmadığını ifade eden Tınaz; “Kendi rengimden olan bir insanla daha çok anlaşabilirim. Çok karşılaştım. Mesela beyaz bir insanla ortamda olunuyor, konuşuluyor, zenciler ya da Araplar hakkında bir espri yapılıyor, bu insanın zoruna gidiyor. Ama kendi akrabalarınla ya da kendi çevrenle yaptığında sorun olmuyor” diyor.

Tınaz’ın üzüldüğü konulardan birisi de insanların çocuklarını kendilerine karşı ön yargılı yetiştirmeleri. Ve sık yaşadığı olaylardan birini ise şöyle anlatıyor: “25-30 yaşında bir abla yoldan geçerken çocuğuna, bak seni bunlara veririm diye gösteriyor. Korkutuyor çocuğunu. Yanlış yetiştiriyorlar çocuklarını.” Tınaz bu durumu çok da umursamadığını, “18 yaşındayım, bu zamana kadar keşke beyaz olsaydım demedim” diyerek 
açıklıyor.




















52 yaşındaki deri işçisi Yalçın Yalık ise kendisinin belki de Afrika kökenli olup da farklı olduğu hissettirilmeyen şanslı kişilerden olduğunu ifade ederek, kökenleri ile ilgili şunları söylüyor: “Biz hac yoluyla gelmişiz. Arabistan tarafından. Bu daha çok şöyle oluyor: Osmanlı döneminde hacca giden insanlar, dönerken bir tane ‘Arap’ çocuk alıyorlar. ‘Arap’ diyorlar ama aslında zenci. Çünkü Arabistan bölgesi daha çok melezdir. Afrika oraya yakın olduğu için melez bir ırk vardır. Orada da Afrika kökenli insanlar Arap coğrafyasında bulunduğu için hacdan gelenler bir çocuk getiriyorlar. Ağaların, beylerin evlerine birer tane veriyorlar. Onlara bakıyorlar, ya hayır için ya da ne maksatla veriliyorsa... Kendi içlerinde, falanca beyde Arap kızı var, falanca beyde de Arap oğlan var diyerek, evlenme yaşı geldiğinde evlendiriyorlar. Böyle böyle ilerlemiş bu. Yani biz daha çok hac yoluyla gelenlerdeniz. Tabi baba tarafında Yunanistan muhacirliği de var. Ama biz Afrika kökenli oluşumuzu konuşuyoruz.” Yalık’ın baba tarafında Yunanistan göçmeni olması ilk duyulduğunda kulağa ilginç gelebilir. Fakat Afrika kökenli insanlar Yunanistan’da da yaşamışlar. Mübadele döneminde ise Türkiye’ye sadece Türklerin değil tüm Müslümanların gelmesiyle onlarda bir taraftan Yunanistan göçmeni olmuşlar.   

Özellikle Osmanlı dönemine ait devlet arşivlerinden Afrika’dan gelen insanlarla ilgili belgelerin ortaya çıkmasını önemsediğini belirten Yalık; “Bizim için önemli olan şu; devlet arşivlerinden Afrika kökenli insanlar nerelerden gelmişse, bunları araştırma, orta yere çıkarma, paylaşma… Neyiz, ne değiliz? Bizi daha çok bu ilgilendiriyor. Çok geç olan bir şey ama bu tek başımıza bizim sorunumuz değil. Aslında bu coğrafyada yaşayan bütün insanların sorunu olması gerekiyor. Çünkü diğer etnik gruplardan insanlar var. Belki bu insanlar da soyunu çok takip edememişlerdir ama devlet tarafından korunan ufak da olsa bir şeyleri var. Hep övünürler biz 72 milletiz diye fakat hiçbir zaman da Afrika kökenli insanlara sizin hakkınız bu denmemiş. Bazı haklarımız 1960’tan sonra ufak ufak verilmiş. Özellikle Libya ve Sudan tarafından getirilenler, Söke ve Aydın ovasındaki pamuk tarlalarından çalıştırılmak üzere getirilmiş. Köle olarak getirilenler özgürlüklerine cumhuriyetle kavuşmuyor. Bu zamanla ve kendi olanaklarıyla yavaş yavaş oluyor. Bu insanlara ne sunulmuş ki ellerinin tersiyle itsinler” diyor.

Yalık’a Dana Bayramı’nı sorduğumuz da ise ondan şunları dinliyoruz; “Dana Bayramı temelsiz değil. Osmanlı arşivlerinde de olan bir şeymiş bu. Afrika kökenli insanların efendileri, beyleri tarafından senede 1-2 gün izin veriliyor. Onlar da kendi akrabalarıyla bir araya geliyor. Bir araya geldiklerinde hasret gideriyorlar, birbirlerine dokunuyorlar, ağlıyor, gülüyorlar, eğleniyorlar, bir şey kesip paylaşıyorlar. Dana Bayramı’nın esprisi bu. Eskiden bu oluyormuş. Örneğin İzmir’de Temaşalık var; bir de Bayramyeri var, Eşrefpaşa’nın olduğu yerde vardı. Aslında Bayramyeri’nin ismi oradan kalma. Çünkü eski arşivlerden, gazete kupürlerinden bunlar çıkartılmış. Bunları İzmir’in çok eski insanları anlatır.” 























Emel Tınaz
50 yaşındaki Emel Tınaz da Sudan kökenli ve o bize ninesiyle dedesine ait kısa bir hikaye anlatıyor: “Benim dedem 7 kuşak öncesi Sudan’dan gelmiş. Ninemin adı Mabruka’ymış. Bir kabile reisinin yanında hizmetçiymiş. Kabile reisinin yanında dans ederken kaçırılmış. Bursa’ya gelmişler. Bursa’da sarayda çalışmış. Saraydan sonra Bursa’da dedemle evleniyor. İzmir bölgesi daha sıcak olduğu için dedemle beraber İzmir’e taşınıyorlar.”

Tınaz 10 yaşındayken Sudan’dan mektup gelmiş onlara; yani davetiye. “Cahildik işte” diyor. Babası gitmemiş. 7 kardeşlermiş, imkanları da yokmuş. Babası gidemem demiş ama Tınaz; “Şu anda benim 5 kuruş param olsa Sudan’a gitmek isterim. Sudan’dan evlatlık da almak isterim” diyor.

Afrika kökenli bir insanla beyaz bir insanın evlendiğinde problem çıktığından bahseden Tınaz; bu durumun genellikle kızlar bir beyazla evlendiğinde olduğunu söylüyor. Erkeğin ailesinin kızı istemediğini dile getirerek, kendisinin de bir beyazla evli olduğunu ve 20 yıl sonra problemlerinin çıktığını dile getiriyor.

Ayşe Erdem Üstüner ise Dana Bayramı’nın tekrar hayata geçmesinden çok mutlu olan biri. Üstüner’e kendisini anlatmasını istediğimizde şunları söylüyor: “54 yaşındayım, bugüne kadar ayrımcılık görmedim. Her gittiğim yerde sevildim, sayıldım, beklenildim. Hala daha öyle. Benim genç kızlığımda, 30-35 sene önce, ayrımcılık yoktu. Şimdi daha fazla var.” Ayrımcılık yaşamadığını söyleyen Üstüner için aşina olmanın yakınlığı Dana Bayramı’nda devreye girmiş: “Dana Bayramı çok güzel bir şey. Tanımadığın kişilerle karşılaşıyorsun. Öyle bir şey ki, dünyada bir sürü beyaz var. Onları gördüğün zaman gülümsemiyorsun ama kendi ırkından birini gördüğün zaman, erkek ya da kadın hiç değişmiyor, art niyet taşımıyorsun, gülümsüyorsun. Ben şimdi bu arkadaşları gördüm. Sanki canımdan birisiymiş, ailemden birisiymiş gibi onlara sarıldım.”

Afro-Türk Derneği İstanbul Sorumlusu Kıvanç Doğu ile konuşuyoruz bir de. Doğu bize Afro-Türklerin İstanbul’da daha çok olumsuzlukla karşılaştığını ifade ediyor. Ama önce Doğu’dan dedesinin Anadolu’ya nasıl geldiğini dinliyoruz: “İlk önce Yunanistan’a geliyorlar. Türkleşme aslında Yunanistan’da başlıyor. Orada Müslüman olarak yaşıyorlar. Sonra benim dedem Rumlarla ve Ermenilerle Kurtuluş Savaşı’nda çatışarak Türkiye’ye geliyor. Sonra tekrar gidiyor, sonra orayı bırakıyor. İlk geldiklerinde dedelerimize Atatürk Karadeniz’den yer veriyor. Yani atla sürülüp bitirilemeyecek kadar tarlalar vermişler. Orada da Karadeniz’le birleşme oluyor.”

Osmanlı zamanında kölelikle beraber getirilen bir kısmın da olduğu söyleyen Doğu, Afrika kökenli Türklerin daha çok köyler de kaldığını söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Onlar baskıdan, zulümden dolayı hala üzerlerinden o korkuyu atamamış. Daha küçük yerlere, köylere yerleşmişler. Sonuçta nüfusun yoğunlaştığı yer şehir, insanların çoğunluğu orada. Ama köy lokal bir yer. Köyde Ahmet Ağa, Mehmet Ağa, Arap Ahmet Ağa, hiçbir şekilde sıkıntı olmaz. Ama şehirde öyle bir şey değil.”

Doğu, İstanbul’da yaşadığı sıkıntıyı şu sözlerle anlatıyor: “Ben İstanbul’dayken, çok sıkıntı yaşıyorum. İstanbul İzmir’in bir üst noktası. Çünkü İstanbul daha çok yabancı ağırlıklı bir şehir. İzmir’de baktığın zaman bu adam Arap’sa Türk’tür diyorsun. Ama İstanbul böyle değil. İstanbul’da herkes var. En basit örnek, Mecidiyeköy’de oturuyorum, günde 3 defa GBT’ye sokuluyorum. Nüfusumu çıkartıyorum, Türküm, burada doğdum, babam Karadenizli diyorum, Laz uşağı diyorum, daha ne diyeyim artık. Amcamlar Laz, beyaz tenli, 7 kardeşler, her şeyi anlatıyorum. Nüfusu çıkardığım zaman bu sefer daha büyük tehlike olarak görüyorlar. Nüfusu taklit mi ettin, sahte mi nüfus diyor. Kafalarında o kadar çok art niyet var ki, caddeden karşıya geçiyorum, bana pasaportunu göster diye hareket yapıyor. Benim daha iyi bir şeyim var diyerek nüfusu çıkartıyorum. Nüfusa da inanmıyor bu sefer. 3 kişilik bir ekip, indiriyor arabadan beni dışarı. Yanımda tanıdığım insanlar, kız arkadaşım var, beni arabaya dayamaya çalışıyor, üstümü arayacak. Bizim insanlarımız da Amerikan filmlerinden çok fazla etkileniyor. Gördükleri zaman da gözlük şekil, diyor tam Amerikalı ben bunu yakalarsam biraz da egomu tatmin ederim. Böyle farklı bir bakış irdeleniyor. Ben 24 şaşındayım. 20 yaşına kadar hep ırkçılık var dedim. Son 4 yıldır -5 buçuk yıldır yaşıyorum İstanbul’da- şunun farkına vardım: Türkiye’de ırkçılık yok, Türkiye’de cehalet var.”


Kıvanç Doğu ve Kerem Özcan
31 yaşındaki Kerem Özcan “Ben ırkçı değilim, eşim beyaz” diyip gülerek başlıyor konuşmasına ve Türkiye’deki ırkçılık meselesini kendi deneyimlerine dayanarak anlatıyor: “Türkiye’de ırkçılık farklı. Burada hep Kürt ve Türk. Laz’ı, Çerkez’i falan hep aynı. Biz insanlara yaklaşırken rahat yaklaşıyoruz ama insanlar bize yaklaşırken ön yargılı yaklaşıyor. Annemle İstanbul’a gittik. Motosikletli polisler geldi. Şöyle bir baktılar bize, burada zenciler varmış dedi. Ben, bir problem mi var dedim. Bunlar Türkçe de biliyormuş dedi. Gayet normal değil mi Türküm çünkü dedim. Kimliği çıkardım, koydum masaya. Vardır bunda bir problem dedi. Sadece problemim zenci olmam dedim. Burada beyaz tenli biri olsa hiç bakmazdın bile arkana dedim. Ben eşin varken yanında, burada beyazlar varmış diyor muyum, demiyorum. Artık insanların dedikleri de umurumda değil. O cehaleti değiştiremezsiniz, o kapıyı açamazsınız. Ama biz açtık. Ne yaparlarsa yapsınlar dedik.”

Özcan, aynı zamanda Afrika kökenli Türklerin evlat edinme, asker ve polis olma konusunda yaşadığı çifte standarttan bahsediyor: “Biz evlat edinemiyoruz. Renk farklı olduğu için alamıyoruz. Çocuk büyüdüğünde ‘Bu adam benim babam değil’ riskini göze almamak için vermiyorlar. Siyah çocuk evlat edinebiliyorsun ama o da yok. Biz yardım etmek istesek de yapamıyoruz. Multi milyarder de olsan o çocuğa bakamıyorsun. Kaçak yollardan bakabilirsin. Yaklaşık 50 bin doların olsa yurt dışından çok rahat çocuk getirtebilirsiniz. Ben subaylık sınavına da girdim, olmuyor. Senin 7 göbeğin Türkiye’de olması gerekiyor ki asker ya da polis olabilmen için. Ben kuzey Irak’ta yaptım askerliğimi ama kimse subay olabilirsin demedi.”



Son olarak 33 yaşındaki Hatice Yıldız Daramola ile konuşuyoruz. Bu bayramdaki en renkli kişiler arasında. Hem kıyafetleriyle hem de ışıl ışıl parlayan gözleriyle bir anda enerjimizi yükseltiyor. Soyadının ne anlama geldiğini sorduğumuzda mutluluğunun nedeni de anlaşılıyor: “Eşim Nijeryalı olduğu için soyadım Daramola. Eşim 3 yıl önce Türkiye’ye gelmiş. İzmir’de futbol oynuyor. Onunla beraber Afrika yemeklerini yemeyi ve yapmayı öğrendim. Onların duaları farklı, gittikleri kiliseler farklı. Onlarla iç içeyim. İngilizcem Nijerya İngilizcesine döndü. Yani Nijerya’ya doğru gitmeye başladım. Önümüzdeki yaz da Nijerya’ya gitmeyi düşünüyoruz.”

Babası Sudan, annesi Libya kökenli olan Daramola, geçmişiyle ilgili bildiği kadarını şöyle aktarıyor: “Babaannem hala yaşıyor. Onun babasını bir Afrika ülkesinden gelirken –o da hatırlamıyor- birileri getirmiş buraya. O, Osmanlı zamanında gelmemiş yani. Burada bir köy var Atalan diye. Oraya yerleştirilmiş. Orada da, köye gelen bir Afrikalıyla evlendirilmiş.”

Renklerinden ötürü Daramola ile eşi bazı problemler yaşıyormuş İzmir’de. Onlar ise İstanbul’da daha rahat yaşayabileceklerini düşünüyorlar ve bu fikrini şöyle dile getiriyor Daramola: “Başka bir şey var Türkiye’de. Eşimle evlendikten sonra bunu daha iyi anlamaya başladım. Eşim benim şimdi İzmir’de oturmak istemiyor. İstanbul’da oturmak istiyor. İstanbul’da daha çok oldukları için orada kabul etmişler. Bizim İzmir’de hep ‘Bak bak zenci gördün mü?’ Yani hep bir taciz var. Biz zaman zaman dışarı çıkmak istemiyoruz. Eşim İzmirspor’da futbol oynuyordu. Kendi arkadaşlarının arasında bile kabul edilmedi bir dönem. Hatta Emre Belezoğlu geçen gün bir futbolcuya ‘pis zenci’ demiş. Aynı şeyi benim eşim her zaman yaşadı oynadığı takımda. En sonunda biraz tartışmaya girdi, kadro dışı bırakıldı. Türkiye’de ırkçılık var mı derseniz, bana göre Türkiye’de ırkçılık var. Biz hep ötekileştiririz ya Kürt, Çingene, Arap diye. Başkaları bunu cahillik olarak nitelendiriyor ama bu cahillik değil.”

Onlar yaşatamadıkları kültürleri ve ulaşamadıkları geçmişleriyle zaten bu toplumun ta kendisi olmuşlarken, insanoğlu durmuyor, illaki fark yaratıyor ve Daramola şunu söylüyor: “Birileri Arap demese, biz aslında hiç hatırlamayacağız bir yerlerden geldiğimizi. Ama hep hatırlatıyorlar, biz de unutmuyoruz.” 



23 Ağustos 2012 Perşembe

"-maz"


Biber yahu bu, acı mı tatlı mı çıkacağı belli olmaz. Armudun iyisini hep ayılar yiyecek değil ya; anlaşılan armudun seçme şansı baştan olmaz. Kişileştirdiğimiz sebzeler alemi, doğrusu bu hislere tercüman olmaz. Egolarla önyargılar çarpıştığında ortaya kinetik enerji çıkar sanma, bir b*k olmaz. Sen şelaleleri görürsün, sular akar inceden ruhun duymaz. Bir isim listesi tutuştururlar eline, herkes birbirini biliyorum zanneder, kimse kimseyi tanımaz.

6 Temmuz 2012 Cuma

Artan polis şiddeti: Orantısız güç kullanımı


"Polis şiddetinin artması orantısız bir güç kullanımıdır. Bu yetkinin aşımıyla alakalıdır bir yerde. Hak odaklı bakarsanız farklı görürsünüz, güvenlik odaklı bakarsanız farklı görürsünüz."

Uluslararası Af Örgütü son bir yılda yaşanan insan hakları ihlallerini ve dünya çapındaki ülkelerdeki insan hakları durumunu mercek altına aldığı yıllık raporunu yayımladı. Türkiye'de söz verilen anayasal ve diğer yasal düzenlemelerin gerçekleşmediğinin vurgulandığı raporda ifade özgürlüğünün tehdit edildiğine, göstericilere karşı artan polis şiddetine ve çocuklara Terörle Mücadele Kanunu kapsamında dava açılmaya devam edildiğine değiniliyor. Ayrıca kusurlu terörle mücadele yasaları kapsamında yapılan binlerce kovuşturmanın adil yargılama standartlarını yakalayamadığı, bombalı saldırıların sivillerin yaşamına mal olduğu, vicdani ret ve çocuk haklarının korunması konularında hiçbir ilerleme kaydedilmediği de raporda yer alıyor. Mülteci ve sığınmacıların, lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerin haklarının yasada güvencesiz olduğu ve kadına yönelik şiddeti önleme mekanizmalarının yetersiz kaldığı da yazıyor.

Raporu okuduğumuzda oldukça kabarık bir listeyle karşılaşıyoruz. Biz de Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Genel Sekreteri Av. Kerem Dikmen’le bu raporun Türkiye ile ilgili kısmını değerlendirdik. Öncelikle Af Örgütü’nün çalışma sistemi ve ihlallerin önlenmesi konusunda neler yaptığını anlatan Dikmen, vicdani ret ilan edenlerin aldıkları cezaların neden farklılaştığından, “terör” ve “demokrasi” kavramlarını kullanmaktan neden imtina ettiklerine kadar birçok konuya değindi.

Alâmetifarikası “Acil Eylem Mektubu”

Bize kısaca Uluslararası Af Örgütü’nü tanımlar mısınız? Amacı nedir ve bunun için neler yapar?
Af örgütü İngiltere merkezli bir kuruluş. 50 yaşında. Orta yaşın üzerinde. Daha çok kişiler üzerinden çalışan, yani gruplar üzerinden alışan, insan hakları alanında ağırlıkta lobi faaliyeti yürüten, raporlamalar yapan, hükümetlerden yardım almayan, maddi kaynağı hükümetler olmayan, İngiltere merkezli bir insan hakları kuruluşu en kaba tabirle. Esas olarak çıkış noktası diktatörlük döneminde Portekiz’de gerçekleşen bir insan hakları ihlaliyle ilgili bir mektup yazma. Özgürlüğe kadeh kaldırıyor iki Portekizli öğrenci. Fakat bu daha sonra soruşturma ve gözaltı sürecinin başlangıcı oluyor. Bunu İngiltere’deki hukukçular gazeteleri okuyunca bir şey yapmak gerektiği üzerinden yola çıkıyorlar ve mektup yazıyorlar bu bir insan hakları ihlalidir ve siz de bu insan hakları ihlaline bir son verin şeklinde. Ve ilk faaliyetler bu şekilde mektup yazma -ki bizim hala kullandığımız en önemli yöntemlerden biridir- faaliyeti olarak başlıyor.
“Acil Eylem Mektubu” olarak adlandırıyoruz bunları. Bu da ne demek oluyor? Bir ülkede bir ihlal olduğunda vaka bazında -kişilerin gözaltı sürecinin uzaması olabilir ya da cezaevi koşullarının kötülüğü olabilir- o kişinin o durumdan çıkması için, yani o ihlalin önlenmesi için bir mektup maratonu yapılır. O ülkenin dışındaki ülkelerde Af Örgütü faaliyetini yürüten insanlar ihlalin gerçekleştiği yerde, ihlali giderme yetkisine sahip kişilere; o ülkenin devlet başkanı olabilir, hükümet başkanı olabilir, adalet bakanı, sağlık bakanı olabilir her kimse, bunlara mektup yazarlar ve bu mektuplarla o ihlalin giderilmesi hedeflenir. Aslında Af Örgütü’nün alâmetifarikası Acil Eylem Mektubu’dur. Yani biz bir yerde ihlal gerçekleştiğinde oturur mektup yazarız, oraya göndeririz ve yüzde 40 oranında da başarısı vardır.

Af Örgütü’nde ülkelerin yıllık raporları nasıl hazırlanır? Her ülke için hazırlanan raporun ayağını kimler oluşturur?
İngiltere’deki merkezde masalar var. Bu masalardaki bilgiler derleniyor, toparlanıyor sene içerisinde. Buradan bireyler tek tek de iletebiliyor, gözlemciler vardır, medya taramacıları vardır ve bu raporlar oluşturuluyor. Türkiye’deki bazı ihlaller ile ilgili doğrudan şubelerden gözlemciler de olabiliyor. Örneğin KCK, Ergenekon, Ahmet Yıldız davası gibi… Bunlara yurtdışındaki şubeler de gözlem yapmak için gelebiliyorlar, bizim bilgimiz dışında. Dolayısıyla bu bilgiler rapor haline getiriliyor.
Ben Türkiye Şubesi Genel Sekreteri olarak bu raporun hiçbir yerinde değilim. Zaten Af örgütünün en belirleyici özelliklerinden biri şubeler hiçbir zaman vaka bazında -özellikle kendi ülkelerindeki- ihlallerle ilgilenemezler. En sert kuralımız budur. Ben mesela doğrudan Türk hükümetinin x mevzusundaki bir insan hakları ihlaline karşı eylem yapamam. Genel açıklamalar yapılabilir ama vaka bazında “Durdurun burada bir insan hakları ihlali var” diyemem. Fakat örneğin; Yunanistan şubesi diyebilir. Ben de “Portekiz’de bir ihlal var, hadi buna mektup yazalım” diyebilirim. Ancak vaka bazında olmasa da tema bazında bunların istisnaları vardır, yani son kürtaj örneğinde olduğu gibi… Esas olarak ülke içi bir ihlale gönderme yapsa da, Türkiye şubesi olarak düşüncelerimizi kamuoyu ile paylaşabilir, ilgili makamlardan talepte bulunabiliriz. Ya da mülteci alanında… Sonuç olarak Uluslararası Af Örgütü’nün dünya çapında ettiği lafların Türkiye’deki sahibi biziz.

Bunun nedeni Af örgütünün objektiviteliği korumaya çalışmasından mı kaynaklanıyor?
Evet, çok doğru bir nokta. Objektif olma noktası, bizim çok hassas olduğumuz bir durum. Çünkü objektivitemizi kaybedersek, inandırıcılığımızı da kaybederiz. Bir ihlal varsa eğer Türkiye’de, biz o ihlalin gerçekleştiği coğrafyada yaşıyoruz demektir ve ihlali gerçekleştirenlere karşı tarafsız olamayız. İkincisi tabiî ki, aktivistleri korumak da bizim sorumluluğumuzda olan bir şey. Çünkü bir basın açıklaması bile zaman zaman o açıklamanın sahibinin hayatını ya da can güvenliğini tehdit altına alabilir.
Onun dışında uluslararası bir hareket olmanın da gereğidir bu. Bir uluslararası hareketin alanı uluslararası alandır. Her şube bulunduğu ülkedeki insan hakları ihlali ile ilgilenmiş olsaydı Türkiye’deki ihlallerle sadece Türkiye şubesi ilgilenir olurdu. Ama biz Türkiye şubesinin bununla ilgilenmesini yasaklayarak, Türkiye dışındaki bütün şubeleri bu ihlalle ilgilenmeye yönlendiriyoruz. Dolayısıyla hem görünürlük artıyor hem de ihlal varsa bu ihlalin giderilmesi için oluşan kamuoyu baskısı fersah fersah artıyor.

Raporda “PKK” “Kürdistan İşçi Partisi” olarak yazıyordu. Bizdeki genel ifade tarzı ise “Terör Örgütü PKK”dır. Af Örgütü Türkiye dışına bakıyorsa eğer, dışarıdan da Türkiye’ye bakabilirsiniz diye düşünüyorum. Yurt dışında PKK nasıl bilinir, nasıl tanımlanır?
Buna bırakın terör örgütü deyip dememeyi, hangi harfle ifade ettiğiniz bile Türkiye’de zaman zaman yerinizin neresi olduğuna dair insanların ya da kurumların sonuç çıkarmasına neden olabiliyor. Nasıl bilindiğine ilişkin genel çerçevede Af Örgütü dışındaki öznelerin genel yaklaşımını aktaramam. Hem haddime değil, hem de bilgi sınırlarımı aşan bir şey. Fakat bir ifadeyi kullanıp kullanmamaktan önce, bu ifadeyi nasıl tanımladığınız önemlidir. Türkiye’de de olmak üzere birçok yerde terör tanımlanmış bir şey değil. Bu uluslararası standartlar bakımından tarifi yapılmış bir kavram değil; dolayısıyla tarifi yapılmamış bir kavramı kullanmaktan Af Örgütü yoğum bir şekilde imtina ediyor. Bu belirleyici bir şey. İkinci olarak da uluslararası alanda bilindiği ismiydi o.
Biz bir barometreyiz. Basıncı ölçeriz ama ısıyı ölçemeyiz, boyu ölçemeyiz, kiloyu tespit edemeyiz. Bizim üstümüze biri çıkar ama kırılırız barometre olarak. Biz insan hakları alanında çalışan bir barometreyiz. Bizim kafamız diğer mevzulara çok çalışmaz. Politikaya çalışmaz, tırnak içerisinde demokrasiye pek çalışmaz. “Demokrasi” kavramı bile kullanmaktan imtina ettiğimiz bir kavramdır. Bir yerde padişahlık bile olsa, meşruti monarşi ya da mutlak monarşi bile olsa, bizim barometremiz sadece o alanda insan hakları ihlali var mıdır, yok mudur onu ölçer. “Biz hiçbir şekilde birleşik krallığın yönetim biçiminin nasıl olduğu ile ilgilenmeyiz” gibi… Biz siyasi yapı değiliz, bir insan hakları örgütüyüz.

“Vicdani ret”i Türkiye tanımıyor. Peki “vicdani ret” ilan eden insanlara yönelik cezalar neden bu kadar farklılık teşkil ediyor?
Aslında askerlik de anayasal olarak tahsis edilen bir görev değildir. Yani askerlik kanunuyla taahhüt edilen bir şey. Vicdani ret tanınmamış, evet. Mahkemeler Türkiye’de vicdani rettini açıklayan kişilere, tanınmamış bir hakkı kullandıklarından ötürü değil, emre itaatsizlik, direnme, askerlik görevini yerine getirmeme gibi şeylerden ceza verirler. Bu uluslararası yargı organlarına taşındığında da bu bakımdan irdelenir.
Vicdani retti ifade ettiğinizde, halkı askerlikten soğutmaktan ötürü hakkınızda soruşturma açılıyor. Dolayısıyla sizin eyleminizi ne olarak nitelendirdiğiniz değil, iddia ve hüküm makamlarının bunu ne olarak algıladığı önemli. Bu bir tanım problemi. Şu anda Türkiye’de askere gitmemeyi önermek bir suçtur, teşvik etmek serbesttir.
Kiminin soruşturması halkı askerlikten soğutmak için yapılmış, kiminin soruşturması emre itaatsizlikten dolayı yapılmış. Kiminin soruşturması firardan ötürü yapılmış. Bütün bu soruşturmaların yaptırım maddeleri de farklı, cezaları da farklı. Birine 1 sene vermiş, diğerine 10 sene vermiş, birine takipsizlik vermiş. Askerdeyken ret yaparsanız, firar suçu işlemiş olursunuz; ben askerliği zorunlu olarak yaptım, ben gitmeyin dersem soğutma suçu işlemiş olurum. O yüzden bu cezalar farklılaşıyor.

Raporda ön plana çıkan konulardan biri de Türkiye’deki polis şiddetinin artması. Bir ülkede polis şiddeti niye artar? Bunun kaynağına inmek istersek neler söyleyebilirsiniz?
“Neden artıyor?” sorusunun çokça yanıtı olabilir. Bu sizin önceliklerinizle alakalıdır. Aslında bu orantısız bir güç kullanımıdır. Yasalar orantılı güç kullanımını meşru görür. Dolayısıyla siz “Polis şiddeti artıyor” dediniz ama polisin gözaltına aldığı kişiyi kelepçelemesini şiddet olarak nitelemezsiniz. Ya da bir kişiyi bir alana hapsetmek devlet tarafından bir yetki olarak düzenlenmişken, bu eylemin iki sivil arasında gerçekleşmesi sürekli hürriyeti tahdit olarak nitelendirilir. Bu yetkinin aşımıyla alakalıdır bir yerde polis şiddetinin artması. Yani kamu otoritesinin kendi aracılığıyla kullandığı kişilere, yetkililere, memurlara tanıdığı yetkinin arttırılarak, o kişiler tarafından kullanılmasıyla alakalı bir durumdur. Hak odaklı bakarsanız farklı görürsünüz, güvenlik odaklı bakarsanız farklı görürsünüz.

Kentsel dönüşüm projelerinden dolayı mağdur olan insanların olduğu ve BM Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar heyetinin bu projeler hakkında endişelerini dile getirdiği yazıyor raporda. Sizin, İzmir’de yaşayan bir insan olarak, İzmir’de mevcut olan kentsel dönüşüme bakışınız nedir?
Bu siyasi tasarruftur, idari tasarruftur. Biz bu siyasi ve idari tasarrufların doğruluğunu ya da yanlışlığını yargılayacak yorum yapacak bir yapı değiliz; ancak evrensel insan hakları ölçülerine göre ihlal bulunup bulunmadığını değerlendiririz. Af Örgütü Türkiye Şubesi Genel Sekreteri olarak böyle bir ifadede bulunamam. Ama mesela etnik kimlikten dolayı bir yerinden edinme durumu mu var, yoksa oranın gerçekten kentsel ihtiyaçları mı böyle bir sonuca yol açmış; biz buna bakarız.

Bir de raporda “Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılıkların üstüne gidilmedi. Yetkililer lezbiyen, gey, biseksüel ve trans (LGBT) hakları aktivistleri taciz etmeye devam etti” diyor. Bu bireylerin hakkı o toplumun kültüründen mi geçiyor, eğitiminden mi? Nasıl bu tacizler durdurulacak?
İzmir’de LGBT alanında çalışan bir derneğin avukatıyım aynı zamanda. Dolayısıyla bu vakalarla çok sık karşılaşıyorum. Bu anlamda bu ifadelerimi Af Örgütü çerçevesi dışarısında yorumlayın lütfen. Türkiye’de transseksüellerin, eşcinsellerin varlığı bile tehdit altında. Onların kendilerini ifade etmelerini bir kenara bırakıyoruz, şikayet yollarını kullanamayan transseksüeller var. Transseksüellerin haklarını bile kullanamadığı bir ortamdan bahsediyoruz. Bu en başta devletin görevidir tabiî ki. Kendi gözetimindeki insanları eğitmek. Ama eğitmek de yeterli değil. Burada bir bilinç sıçraması yaratmak zorundayız. Ben asla şunu demiyorum: Bir kişi bir eylemde bulunuyorsa ve bu eylem ceza kanunlarında suç olarak tarif ediliyorsa, sırf bu kişinin LGBT kimliğinden ötürü bağışık tutalım. Sadece bir kişinin fiziki özelliklerine, cinsel seçimlerine, cinsel yönelimlerine bakarak olamamalı.

Bize raporda yer alan İşkenceye Karşı Sözleşmenin Seçmeli Protokolü ilgili bilgi verebilir misiniz ve tam olarak neyin ihlale uğradığıyla ilgili…
Bu sözleşmeyle, sözleşmeci devletlere ihlalin gerçekleşmesinden sonraki aşamada değil, ihlalin gerçekleşmeden öncesinde bir takım önlemleri almak gibi bir yükümlülük getiriliyor. Bu hükümlülük de “önleyici mekanizma” geliştirilmesi. Bu önleyici mekanizmanın gerçekleşmesi için de bu tip kurumlara ihtiyaç var. Bu ihtiyacın yerine gerilmesi için tamamen kamu otoritesinden bağımsız, bu alanda çalışan STK’lar, barolar gibi meslek kuruluşlarının da katıldığı, güvenceye sahip olan, işleyiş mekanizması farklı olan bir yapı oluşturulması gerekiyordu. Ama bu protokolün gereği yerine gelmiyor, dolayısıyla hala orada bir açık vardır. Protokol bunu hedefliyor. Yani bir ceza evinde, bir ihlal olduğunu düşünüyorsa, bir heyet kur, bu heyetin bir bütçesi olsun, kurum başkanını kafana göre görevden alama, görevini yerine getirirken yapmış olduğu şeylerden ötürü hemen soruşturma, bağımsız bir şey olsun, ben de itibar edeyim, uluslararası camiada itibar etsin, sen de itibar et, gitsin yerinde inceleme yapsın. İşte seçmeli protokol de bu olmadı.

Elinize çekiç alırsanız her şeyi çivi görürsünüz

Hükümetin kürtajı yasaklamak istemesi ile ilgili tartışmalara neler söyleyeceksiniz?
Bu bir sağlığa erişim hakkı. Bu bir kürtaj hizmetine erişim hakkı en temelinde. Bu nüfus politikasının bir parçası olarak düşünülebilecek bir şey değil. Dolayısıyla sağlığa erişim hakkının kullanılamaması anlamına gelecek her türlü düzenleme, bir insan hakları örgütünün fikir beyan edeceği, söz söyleyeceği bir düzenlemedir. Bu da o çerçevede. Bir takım veriler var Dünya Sağlık Örgütü’nün. Kürtajın yasaklandığı ülkelerde ölümler daha az diye bir şey yok. Bir laf vardı; “Elinize çekiç alırsanız her şeyi çivi görürsünüz.” Kürtajı nüfus politikasıyla bir arada tutarsanız öyle bir sonucu çıkarabilirsiniz. 

İzmir Life Temmuz 2012


2 Temmuz 2012 Pazartesi

48 yıl önceki İzmir Elektrik Fabrikası


1964’te İzmir Elektrik Fabrikası’nda müdürlük yapan Süha Tarman, fabrikanın sadece İzmir için önemli olmadığını; o dönem Türkiye’de buharla çalışan santrallerin içinde de ilk 10’a girdiğini söylüyor. Tarman, “Belçikalılar tarafından yapılan bu santral İzmir’in bir nevi beyniydi” diyor.


Elektrik Fabrikası diye gittik, nereden başlayacağımızı bilemedik. Süha Tarman kendini bir koleksiyoner olarak tanımlamasa da arşiv yapmaya çok meraklı biri. Hem tarihi kitaplar hem de yaşamına dair birçok fotoğraf, yazı ve diğer belgeleri saklamış. Elektrik Fabrikası’nda müdürlük yaptığını biliyorduk ve buna dair bilgileri almak için gittik yanına. Ama o bize okuduğu Saint Joseph okuluyla ilgili belgelerden sünnet düğünün davetiyesine kadar, hatta 1967 senesinde Özgörkey’e girerken yaptıkları ilk 2 aylık sözleşmeyi bile gösterdi. Bunun yanı sıra İzmir’le ilgili haber kupürleri, pul koleksiyonu, eski plaklar ve daha birçok sayamadıklarımızı… Son olarak aklımızın ucundan bile geçmeyen İzmir Life’ın bir arşiv dosyasını çıkardı.

Farklı konularda yaptığımız kısa bir zaman yolculuğundan sonra geldik Elektrik Fabikası’na. Yıllardır otobüsle önünden geçerken sıkılmadan, her gördüğümde hep o ilk heyecanı yaşatan görkemli binaya. Acaba kimler bu binanın yaşayan haline tanık olmuştu, kimler anı olsun diye yaşamadıkları nice olayları yıllar sonra anıp durmuştu? Biz de bu acabaları kovalarken rastlamıştık Süha Tarman’a. İşte Tarman’dan 48 yıl öncesinin Elektrik Fabrikası… 

Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1937 doğumluyum. İzmir’de doğdum. Tahsilimin büyük bir kısmını İzmir’de yaptım. İlkokulu Asansör okulunda, ortaokulu Saint Joseph’te, liseyi ise İstanbul’daki Saint Joseph’te okudum. Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Bölümü’nden 1960 senesinde mezun oldum. Askerlik görevimden önce 1960 yılında Eshot’a girdim. Önceki yıllar elektrik şebekesinde çalıştım. Askerlik görevimin sonunda ise 1963’ten itibaren İzmir Elektrik Fabrikası’nda önce stajyer mühendis olarak, daha sonra da 1964’te elektrik fabrika müdürü olarak çalıştım. Fabrikada 1 yıl müdürlük yaptıktan sonra beni Eshot genel müdür muavinliğine aldılar. 1967’de ise Eshot’tan ayrılarak Özgörkey Grubu’na girdim. 43 sene de Özgöykey’de çalıştım. İş yaşamımda tam 50 yılımı doldurduktan sonra emekli oldum.

Süha Tarman İzmir Elektrik Fabrikası'ndaki çalışma arkadaşları ile birlikte
   
 Elektrik Fabrikası kaç yılında kuruluyor ve ne kadar hizmet veriyor?

1928 yılında kurulmuş bir tesis. Soma’dan gelen 0–10 milimetre yıkanmış toz kömürle çalışan bir santraldi. 1928’den sonra yapılan gelişmelerle, en son 1956 yılında kurulan gruplarla, 40 bin kilovatlık bir güce sahipti. Biz günde ortalama 400 ton kömür yakarak İzmir’in büyük bir bölümünü beslerdik. İzmir tabi daha da büyüdü ve enterkonnekte şebekeye bağlandı. O bağlandıktan sonra santralin de eskiliği nedeniyle, binada bazı ufak tefek onarımlar yapılmasına rağmen, fabrika Eshot İzmir Belediyesi’nden Eti Bank’a, daha sonra da Türk Elektrik Kurumu’na geçti. Maalesef hatırladığım kadarıyla 1987 yılında devreden çıkarıldı.

Bu fabrikanın o dönemki İzmir için önemi neydi?

Sadece İzmir için değil, Türkiye’deki buharla çalışan santrallerin içinde ilk 10’a giriyordu. Belçikalılar tarafından yapılan bu santral İzmir’in bir nevi beyniydi. Ama İzmir’in -bilhassa fuar zamanı- elektrik sarfiyatının fazla olduğu dönemlerde çok sıkıntı çekerdik. Bu dönemde Karşıyaka tarafında Turyağ fabrikası, İzmir bölümünde de Şark Sanayi fabrikası yardımcı olarak bizden elektrik çekmezdi. Elde ettiğimiz bu elektrikle de fuarı beslerdik.

Fabrikada arızalar sık olur muydu?

Tabiî ki arızalar oluyordu. Hatta bir ara, o dönem belediye başkanı olan Osman Kibar’ın kayınpederi asansörde kalıyor. Biz de o zaman büyük bir arıza oldu. Osman Kibar açtı bana telefonu “Oğlum bir an önce cereyan ver. Kayınpederim asansörde kaldı” diye. Bizim yapacak bir şeyimiz yoktu. Fakat o sürelerde ikinci bir alternatifimiz vardı. Enterkonnekte şebekeye de bağlı olduğumuzdan en kısa zamanda elektrik verdik.

Sokaktan geçerken bile Osman Kibar bazı lambaların yanmadığını gördüğü zaman direkt olarak -o zaman yeni telsizleri getirmiştik Eshot’a- bizi arardı, işte şuralarda arıza var, şu lambalar yamıyor diye. Yani bir belediye reisi olarak teferruatıyla bu kadar işe de karışırdı.

Kumanda Dairesi

 Çalışma ortamınız nasıldı?

Fabrika çok eskilerde yapıldığı için filtreleme sistemi yoktu. İlk işe başladığım gün böyle fabrika içinde gezerken, gözüme kömür tanecikleri kaçtı. Ben ovmaya başladım falan... Personel o kadar alışmış ki hemen kağıdı kıvırarak gözümden tozu aldılar. Ben ondan sonra hiçbir zaman havaya bakmadan, fabrikada hep yere bakarak yürüyordum.

Oraya müdür olduğumda 26 yaşındaydım. Bir disiplin vardı Belçikalılardan kalma. Belçikalılar fabrikayı 1945 yılında Eshot’a devretmişler ama orada çalışanlar oraya kısa pantolonluyken girmiş. Elektriği, kazanı ve türbini öğrenmişler. Bu üç bölümün de üç yaşlı şefi vardı. Toz toprak içinde senelerce çalışmışlar, gecesini gündüzünü hiç bilmeyen insanlardı. Ve ben sabah 8’de işbaşı yaptığım zaman 15 dakika sonra 3’ü de sırayla gelirdi. Hepsi o zaman 65-70 yaşlarındaydı. Ellerinde defterleri o gece olan bütün olayları teker teker anlatırlardı. Olan arızaları bildirirler, gece çalışmışlarsa ihtiyaçlarını belirtirler, o disiplinle defterlerini getirirler, bana gösterirler, imzalatırlardı ve işlerinin başına giderlerdi. Ben böyle bir disiplini askerlik de dahil görmedim.



Çalıştığınız dönem yaşadığınız enteresan bir olay var mı?

Daha stajyer olduğum, elektrik şebekesinde çalıştığım bir dönemde, yani 1960 yılı sonunda Şark Sanayi Fabrikası denen bir müessesenin, elektrik borcunu ödemediği için bir cumartesi günü elektriğini kesmemi istediler. Ben vazifemi yapabilmek için görevli arkadaşları fabrikaya yolladım ve elektriklerini kesmelerini istedim. Orada çalışan 2 bin civarında işçi varmış. Bunun için oradakiler itiraz ettiler. Ben de, cumartesi öğleden sonra genel müdürlükte kimse olmadığı için, yetkili olduğum için kesmek zorundaydım. Şark Sanayi’den büyük itirazlar oldu, bizim elemanları oraya sokmadılar. Daha önceki bir trafo merkezinden bunların elektriğini kestirdik. Bir süre sonra o zaman vali ve belediye reisi olan bir Paşa (Burhanettin Uluç) telefonla beni aradı ve alenen şöyle bir konuşma oldu aramızda: “Sen kimsin?” dedi bana. Ben de tanıttım kendimi. “Sen mi kestin Şark Sanayi’nin cereyanını” dedi. Ben de “Evet ben kestirdim genel müdürlükten gelen belgeyle” dedim. “Bana bak ben senin kafanı keserim” dedi, “Derhal ceryan vereceksin!” Tabi sıkıyönetimdeyiz, koskoca vali ve belediye başkanı beni arıyor ve bu emri veriyor. Hiç düşünmeden elektriği açtırdım. Genel müdürlükten de bana niye açtın diye kimse bir şey demedi.


Fabrikanın içindeki makinelerin kapandıktan sonra Koç Holding’in müzesine gittiği söyleniyor. Bununla ilgili bilginiz var mı?

Ben de çok araştırdım onu. Koç Holding’in İstanbul’da bir müzesi var sanayi müzesi, bir de Ankara’da Nallıhan tarafında var. Ben merakımdan muhtelif defalar Nallıhan’daki müzeye telefon ettim. Ama onlarda bu tip jeneratörleri ve fabrikanın parçalarını daha teşhir etmediklerini, belki depolarında olabileceklerini söylediler. Fakat bunların hepsinin yok olduğunu düşünmüyorum. Belki kazanları parçaladılar saklıyorlar. Ama o buhar türbinlerinin ve jeneratörlerin bir yerde olduğunu düşünüyorum. Bunun da Koç Müzesi’nde Ankara’da olduğunu duydum. Ama bunun haricinde, son zamanlara kadar İzmirde’ki Havagazı Fabrikası’nın ilerisinde olan bölümünde, ana kumanda odası hala duruyordu. Bütün temennim bu kumanda odasının aynı yerde, aynı düzende, bizlerden de gerekirse yardım alınarak bir müze halinde saklanması.



Şimdi oradan geçerken ne hissediyorsunuz o halini görünce ve şimdi ne olarak kullanılmasını istersiniz?

Kahroluyorum, bakmaya kıyamıyorum ancak resimlerle avunuyoruz. Şu anda Santralistanbul denen müzeyi de ben ayrıca gezdim. Yalnız bir müze olarak değil, aynı zamanda yeni teknolojiyi de gösteren, bazı deneyler ve diğer konularla ilgili, yani bilimsel müze olarak bu tesisin açılmasını canı gönülden isterim. Burayı bir resmi daire olarak falan değil de mutlak suretle bir teknik müze olmasını isterim. Bu teknik müze içinde yalnız elektrik de olmaya bilir. Eshot’un eski vergilerinden su fabrikasıyla, troleybüs, otobüslerle ilgili bazı belgeler ve materyalleri vardır. Bunların da orada teşhiri olabilir. Bir eğitim bölgesi olur burası. Yeri de iyidir. Çok da güzel olur. Bunun için elimden gelen her şeyi yaparım. Elimdeki diğer belgeleri, fabrikanın eski fotoğraflarından tutun da eğitimle ilgili projeleri, APİKAM’a verdiğim halde, yardımcı olabilirim.

İzmir Life Temmuz 2012 
Fotoğraflar Süha Tarman'ın arşivinden...

22 Haziran 2012 Cuma

Şiddetin Okulu


Dachau Toplama Kampı

Hikaye gibi dinlediğimiz yüzlerce gerçek olay var. Fakat o olayların yaşandığı yerlere gitmek bir tokat etkisi yaratabiliyor. Sanki tüm o acı çeken insanlar hep bir ağızdan “Biz buradaydık, bizi unutmayın!” diye bağırıyorlar. Dachau Toplama Kampı da böyleydi benim için. Yahudi soykırımını anlatan “Piyanist”, “Schindler'in Listesi”, “Hayat Güzeldir” gibi filmleri izlesem de kamptaki banyoları, krematoryumu (ölü yakma fırını), gaz odasını görünce gerçeğin kucağına düşüverdim. O dakikadan itibaren artık orada vicdanınızla baş başasınız…

Akla ilk gelen soru şu: “Böyle bir katliam niye yapılır?” Bunu anlamak değil ama başlangıcını öğrenmek için Nazizmin çıkış noktasına bakmak gerekiyor; yani “Versay Antlaşması”na. I. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın da içinde olduğu İttifak Devletleri (Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, İtalya), İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa ve Rusya) karşısında yenilgiye uğrar. Yenilgi sonrası Almanya’nın savaş hali Haziran 1919'da İtilaf Devletleri ile yapılan Versay Antlaşması’yla sona erer. Bu antlaşmada yer alan maddelerden ötürü Almanya’ya ait toprakların büyük bir bölümü diğer ülkelere dağıtılır. Zorunlu askerliğin kaldırılması, uçak ve deniz altı üretiminin durdurulması şartlarının da yer aldığı Versay Antlaşması’ndan sonra aşağılandığını düşünen Almanya’da Nazizm baş gösterir. Nazizm, Almanların üstün bir ırk olduğunu ve başlarına gelen tüm kötülüklerin sorumlusunun başta Yahudiler olmak üzere Romanlar (Çingeneler), komünistler ve sosyal demokratlar olduğunu savunur.

Bu düşünce yapısındaki yönetim sistemi ve siyasî akımı kuran Adolf Hitler, başbakan olarak atanmasından birkaç hafta sonra, 22 Mart 1933’te Dachahu Toplama Kampı’nı kurar. Nazi Sosyalist Hükümeti tarafından kurulan ilk düzenli toplama kampı olan Dachau, daha sonra kurulan bütün kamplara bir model ve kampları yöneten SS’ler (Schutzstaffel-Nazi koruma gücü) için de “Şiddet Okulu” olur. Burada akıllara ziyan 12 yıl yaşanır. Geçen 12 yılda burası medeniyetlerin değil, ancak ölümün beşiği olur.

Bu kampa gitmek istediğimi söylediğimde çok sayıda turistin gittiğini, bu yüzden bulmamın kolay olacağını söylemişlerdi. Kampın Almanya'nın güneyinde, Münih'in 10 mil kuzeydoğusunda bulunan Dachau kasabasının güney doğu bölgesine yakın, eskiden terk edilmiş bir mühimmat fabrika arazisinde yer aldığı şeklinde bilgileri vardı. Ve Dachau’ya kadar gittik. Dachau’da trenden indikten sonra tekrar otobüse binmemiz gerekiyordu. Otobüste gideceğimiz yeri söyleyip, ineceğimiz durağı sorduğumuzda hiç kimse cevap vermeden “bilmiyorum” anlamında başını salladı. Farklı birçok ülkeden sadece burayı görmek için gelen onca insan varken, onların bilmemesine şaşırmıştım. En sonunda bize biri yardımcı oldu. Yugoslav göçmeni olduğunu söyleyen adam, buralarda Almanların bu kampa pek gitmediğini, o yüzden bilmediklerini söyledi ve bize nasıl gidebileceğimizi anlattı.

Taşlı yolda yürürken ilk olarak o döneme ait fotoğrafların olduğu tabelalar ve onlara bakan 20–30 kişilik turist kafileleri karşıladı bizi. Ardından üzerinde “Çalışmak Özgürleştirir” yazan kampın giriş kapısından girdik. Özgürlüğün esamesinin okunmadığı bu yere, daha girmeden bu yazıyı görmek de oldukça ironikti. 

Kristal Gece’den sonra…

Heinrich Himmler, Münih'te polis müdürüyken, görevinin verdiği yetkiye dayanarak kampı siyasi suçluların kaldığı bir kamp olarak tanımlar. Bu başlarda böyle olsa da ilerleyen zamanda burada kalanlar hem çoğalır hem de çeşitlilik arz eder. Savaşın ilk yılında, kampta 4 bin 800 esir vardır. Başlangıçta kamptaki esirlerin büyük bir çoğunluğunu Alman komünistleri, sosyal demokratlar, işçi sendikaları ve Nazi rejiminin diğer siyasi muhalifleri oluşturur. Zaman içinde Yehova Şahitleri, Çingeneler, eşcinseller, akıl hastaları ve aynı suçu yeniden işleyenler gibi başka gruplardan da insanlar Dachau'ya getirilmeye başlar. İlk yıllarda Yahudiler az sayıdadır ve bu kişilerin getirilme nedenleri de gene belirttiğim grupların içinde yer alıyor olmalarıdır.
1937'nin başlarında, SS subayları asıl kampın bulunduğu arazi üzerinde esir iş gücünü kullanarak büyük bir kompleks inşasına başlar. Esirler korkunç şartlar altında, eski silah fabrikalarının yıkımıyla başlayan bu inşaat işinde çalışmaya zorlanır. İnşaat resmen 1938'de Ağustos ayının ortalarında tamamlanır ve kampta 1945'e kadar pek fazla bir değişiklik yapılmaz.

Dachau'daki Yahudi esirlerin sayısı Yahudilere yapılan zulümle birlikte artar ve 10–11 Kasım 1938'de, Kristal Gece’nin (Alman Nazilerince, Yahudi ev, işyerleri ve sinagoglarına yapılmış kanlı ve ölümcül saldırıların adıdır) ardından, 10 binden fazla Yahudi erkek bu kampta hapsedilir.
Dachau Toplama Kampı, kamp alanı ve krematoryum alanı olmak üzere iki bölümden oluşur. Kamp alanı biri Nazi rejimine karşı gelen papazlar için, diğeri de tıbbî deneyler için ayrılmış toplam 32 barakadan oluşur. Kamp idaresi ana girişteki kontrol binasında yer alır. Kamp alanında mutfak, çamaşır odası, duş, atölyeler ve esirlerin kaldığı blok gibi ek binalar vardır. Bugün sergi, sinema salonu, yönetim arşivi, kütüphane ve araştırma bölümlerinin olduğu yapıda eskiden mutfak, giysi deposu, işlikler ve tutuklu hamamı bulunuyormuş. Binanın çatısında ise büyük harflerle “Özgürlüğe giden bir tek yol vardır. Onun kilometre taşları şunlardır: İtaat, dürüstlük, temizlik, itidal, çalışkanlık, disiplin, fedakarlık, doğruluk, vatan sevgisi.” yazıyor.

Kamp hapishanesi, Dachau Toplama Kampı’nda şiddetin merkezidir. Avlusunda kırbaçlama, kolları arkadan bağlı ağaca asma ve kurşuna dizme gibi cezalar uygulanır. Hapishane ve merkez mutfak arasında kalan alan ise esirlerin jüri önüne çıkarılmaksızın infaz edilmesi amacıyla kullanılır. Kampın etrafı yeşil şerit, hendek, elektrikli tel ve üzerinde 7 tane gözleme kulesi olan bir duvarla çevrilidir. SS nöbetçiler esirleri bu kulelerden gözetler ve bir tutuklu yeşil şeride adım attığı an vurulur.

Kamp yolu denen yer iki yanı tutukluların diktiği kavaklarla bezeli barakaların arasından geçen geniş bir yoldur. Bu yol tutukluların çok kısa olan serbest zamanlarında buluşup konuşma yeridir. Kamp yolunun iki yanında dizili barakaların öndeki ilk ikisinin arkasında tutukluların kaldığı numaralanmış on beşer baraka bulunur. Barakalar başlangıçta 200 kişi için yapılır, ancak savaş sonunda bu sayı korkunç bir şekilde artarak her barakada 2 bin tutukluya ulaşır. Özgün barakalar 1964’te oturulamaz durumda olduklarından yıkılmış. Şu anda kampta yer alan numaralanmış temeller yıkılan tutuklu barakalarını ifade ediyor.

1944 ilkyazında SS’ler “özel baraka” denen bir baraka yaparlar. Burası, Ravensbrück Kadınlar Kampı’ndan getirtilip, zorla hayat kadınlığı yaptırılan tutuklu kadınların kaldığı bir yerdir. Bu baraka da şimdi yıkılmış olanların arasında. Eğer olur da giderseniz, bu sahada bugün, hayatlarını yitirenlerin anısına dini binaları ve anıtları göreceksiniz: Katolik Ölüm Korkusu İsa Kilisesi, İsrail Anıtı, Protestan Uzlaşma Kilisesi, Karmel Kadınlar Manastırı Kutsal Kan ve Rus Ortodoks Kilisesi.

“Yaşamalı ve dünyanın neler olduğunu bilmesini sağlamalısın”

1940 yazında SS yönetimi, artan ölüm nedeniyle bir krematoryum yaptırır. Kampın dışında bulunan bu bölüme yalnızca SS’lerin kampından girilir. 1942-1943 yıllarında kitle kıyımı için dört ölü yakma fırını ve bir gaz odasından oluşan ikinci büyük bir krematoryum daha yapılır. Buradaki gaz odasının, insanların öldürülmesi amacıyla kullanıp kullanılmadığına ilişkin güvenilir bir kanıt yok. Bunun yerine, esirler “seçime” tabii tutulur. Çok hasta ya da zayıf olduğuna kanaat getirilenler Avusturya, Linz yakınındaki Hartheim “ötenazi” ölüm merkezine gönderilir. Binlerce Dachau esiri Hartheim'de öldürülür. Bunun dışında SS subayları esirleri öldürmek için, krematoryum alanındaki ateş menzilini ve darağaçlarını kullanır. 1931 doğumlu David Bergman, 1990 yılında yapılan röportajda Dachau krematoryumuna alınmadan önce oda arkadaşları tarafından nasıl kurtarıldığını anlatıyor: “Vardığımızda, ben zaten kendimden geçmiştim. Dachau’ya gelen 150 kişi arasında, hayatta kalan üç kişiden biriydim. Geri kalanlar ölmüşlerdi. Beni bir sedyeye attılar, krematoryuma götürmeye hazırlanıyordu. Beni taşıyan biri, elimin kıpırdadığını, yani hâlâ yaşadığımı fark etti. Ve hayatını riske atarak, beni barakaya götürdü ve sakladılar kendi barakalarında gizlice. Bu yüzden benim orada olmam beklenmiyordu bile. Onlar için, bir kahraman gibiydim. Ben yapabildiysem kendi çocuklarının da yapabileceğini söyleyen babalar vardı. Hiç ‘tayın’ almadığım için… Tayın, orada bir parça ekmek gibiydi. Her biri sahip oldukları bir parça ekmeği alıp, bir parçasını koparıp, bana bir dilim yapıyordu, yaşayabilmem için. Ve bana ‘David, sen yaşamalısın ve dünyanın neler olduğunu bilmesini sağlamalısın’ diyordu.”

Diğer Nazi kamplarında olduğu gibi Dachau'da da, Alman doktorlar basınç odalarını kullanarak yüksek irtifa deneyleri, malarya ve tüberküloz deneyleri, hipotermi deneyleri ve yeni ilaçları hastalar üzerinde denedikleri deneyler yaparlar. Esirler ayrıca deniz suyunun içilebilir hale gelmesini sağlayabilecek testlerde ve aşırı kanamayı durdurmak için yapılan deneylerde yer almaya zorlanır. Yüzlerce esir hayatını kaybeder ya da söz konusu deneylerin sonucunda kalıcı sakatlık yaşar. Auschwitz'deki toplama kampında tıbbî deneylere maruz kalan 1937 doğumlu Irene Hizme, 1995 yılında yapılan röportajda yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Maalesef hastane ve muayenehanelerle ilgili çok fazla anım var. Muayenehanede uzun zaman geçirdiğimi anımsıyorum. Hastanede olduğumu, çok hasta olduğumu da anımsıyorum. Bir defasında doktorun yanına gitmiştik. Benden kan aldılar. Canım çok acımıştı. Çünkü kanı boynumun sol tarafından aldılar. Hatırlamak oldukça garip. Parmağımdan da kan aldıklarını hatırlıyorum, ama o kadar kötü değildi. Ölçümü almaları, tartılmak ya da röntgen için uzun zaman kıpırdamadan oturmak zorunda kaldığımı da hatırlıyorum. Röntgen, yine röntgen ve şırıngalar… Şırıngaları hâlâ hatırlıyorum. Hemen hasta olurdum. Sonra bu hastanede kalırdım. Ateşimin yüksek olduğunu hatırlıyorum. Biliyorum, çünkü biri ateşimi ölçüyordu. Doktorlardan iyice nefret etmeye başladım. Korkmaya başladım. Alıştım. Doktorlardan çok korkuyordum. Hâlâ da korkarım. Kabus gibiler.”

Dachau esirleri zorunlu işçi olarak da çalıştırılır. Başlangıçta esirler çeşitli inşaat projelerinde ve kampta kurulan küçük el sanatları gibi sanayi kollarında, kampın işleyişinde görevlendirilir. Esirler yol yapımında, hendek kazımında ve bataklıkların kurutulmasında çalıştırılır. Savaş sırasında, toplama kampı esirlerinin zorunlu çalıştırılması Alman silah üretiminde gitgide artan bir öneme sahiptir. 1944 yılının yaz ve sonbaharında, savaştaki üretimi artırmak amacıyla, Dachau idaresi altında Güney Almanya'daki silah fabrikalarının yakınlarına yan kamplar kurulur. Sadece Dachau'da 30 binden fazla esirin yalnızca silah yapımında kullanıldığı 30'un üzerinde büyük yan kamp vardır. Bu kamplarda binlerce esir ölesiye çalıştırılır.

Yürüyen iskeletler ve dağılan kamp

Müttefik Kuvvetler Almanya'ya yaklaşırken, çok sayıdaki esirin serbest kalmasını önlemek amacıyla Almanlar sınıra yakın yerlerde bulunan toplama kampı esirlerini taşırlar. Tahliye edilen kamplardaki esirler Dachau'ya getirilir. Bu durum koşulların çok ciddi bir biçimde bozulmasına yol açar. Çok az yiyecek ve suyla günlerce süren yolculuğun ardından, esirler zayıf ve yorgun bir şekilde, ölmek üzereyken kampa ancak ulaşırlar. Artan nüfus, zayıf sağlık koşulları, yetersiz erzak ve esirlerin zayıf düşmeleri nedeniyle tifüs salgınları önemli bir sorun hâline gelir.

26 Nisan 1945'te Amerikan Kuvvetleri kampa yaklaşırken, yarısından fazlası ana kampta olmak üzere Dachau'da kaydı yapılmış 67 bin 665 esir bulunur. Esirlerin 22 bin 100'ü diğer kategorilere girmesinin yanı sıra Yahudi olarak, 43 bin 350'si ise siyasi suçlu olarak sınıflandırılır. 26 Nisan'dan başlayarak, Alman Kuvvetleri çoğunluğu Yahudilerden oluşan 7 binden fazla esiri Dachau'dan güneye, Tegernsee'ye doğru yapılacak ölüm yürüyüşüne çıkmaya zorlar. Ölüm yürüyüşü sırasında, Almanlar devam edemeyecek durumdaki herkesi vurarak öldürür. Pek çok esir de açlık, soğuk ve yorgunluk nedeniyle yaşamını yitirir.

29 Nisan 1945'te, Amerikan Kuvvetleri Dachau'yu dağıtır. Amerikan Kuvvetleri kampa yaklaştığında, Dachau'ya getirilen ve hepsi bozulmanın ileri evrelerine ulaşmış cesetlerle dolu 30'dan fazla tren vagonu bulur. Amerikan Kuvvetlerinde asker olan James Rose, 2004 yılında yapılan röportajda Dachau Toplama Kampı’na girdiklerinde gördükleriyle ilgili izlenimlerini şöyle anlatıyor: “Dachau'ya geldik ve 222. Alay'ın kampa daha önce girmiş askerleri vardı. Kampın kapısına geldiğimizde, kapı açıldı ve binlerce bir deri bir kemik insanla karşılaştık. Kirlilerdi. Kokuyorlardı ve bir bakışta bazılarının yarı ölü olduğu anlaşılıyordu. Bu savaşa girme nedenimizi daha iyi anladık.” Amerikan askeri Dallas Peyton ise “Gördüklerimin çoğu o kadar kötüydü ki zihnimi kapattım çoğuna. İnsanın kendi kendini korumasıyla falan ilgili olsa gerek sanırım. Yürüyen iskeletlerden ikisinin birbirine doğru sarılmak için yürüdüğünü gördüm. Birbirlerine birkaç metre uzaklıktaydılar, durdular, birbirlerinin gözlerinin içine baktılar ve koşmaya çalışıp, kucaklaştılar. Akraba ya da yakın arkadaştılar ve o ana kadar ikisi de birbirinin hâlâ hayatta olduğundan habersizdi. O kadar uzun süredir aynı hapishanede olmalarına karşın hem de” diyor.

Bugün bu kamp, “Dachau Toplama Kampı Anıtyeri” olarak geçiyor. 1965 yılında hayatta kalan eski tutukluların kurduğu “Dachau Uluslararası Komite”nin girişimleri ve planları doğrultusunda Bayern devletinin desteği ile düzenlenerek kurulmuş. Yapılan araştırmalarda 12 yıl boyunca kampta hapsedilen esirlerin sayısı 180 bini geçiyor. 1940-1945 yılları arasında hem Dachau’da hem de yan kamplarda ölenlerin sayısı ise en az 28 bin. Bu rakama 1933 ve 1939 sonuna kadar telef olan insanları ve kaydı yapılmamış esirleri de eklemek gerek. Her halükarda Dachau’da hapsedilen esirlerin toplam sayısı hiçbir zaman bilinmeyecek.