31 Ağustos 2012 Cuma


Hrant Dink’in 1 Kasım 2004 yılında yazdığı bu yazı; dün, bugün ve bugünlerin sonrasında sürecek gibi gözüken benzer yarınlarda ırkı, dini, cinsel yönelimi ya da tercihlerinden dolayı -her ne tür nedenden olursa olsun- şiddete (fiziksel ya da psikolojik) maruz kalan tüm insanların ve bu ayrımcılıkların sona ermesini isteyenlerin ortak umudunu anlatıyor: Birbirini anlamak!
Dünler dünleri kovalıyor. Ne olan olaylar ne de kaygı ve umutlar değişiyor.

90. yıl yazıları (I) Ruh halimdir
             
Türkiyeliyim... Ermeniyim... İliklerime kadar da Anadoluluyum. Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi "Batı" denilen o "Hazır özgürlükler cennetinde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim.

Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken, ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken, boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum. Ama artık...

Birilerinin "Bizim Ermenilerimiz" pohpohlamalarından da, "İçimizdeki hainler" kışkırtmasından da bıktım. Normal ya da sıradan yurttaş olduğumu unutturan dışlanmışlıktan da, boğarcasına kucaklanılmaktan da usandım...

Ne 24 Nisanlar'da yürüyebildim, ne de atalarımın anısına anıtlar dikebildim. Ama ne onları o günlerde bıraktım, ne de bugünlerde taşlaştırdım. "Onları yaşamımda yaşamayı" sırtladım... Gücümün yettiğince de yaşatarak taşıdım. Bu taşımama sekte vurmaya "Ne?" ya da "Kim?" yeltendiyse onlarla amansızca boğuştum.

Tabi ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kimileri "Katliam", kimileri "Soykırım", kimileri "Tehcir", kimileri de "Trajedi" diyor. Atalarım Anadolu diliyle "Kıyım" derdi... Ben ise "Yıkım" diyorum. Ve biliyorum ki eğer bu yıkımlar olmasaydı, bugün benim ülkem çok daha yaşanılır, çok da imrenilir olurdu.

Yıkıma sebep olanlara da, maşa olanlara da lanetim bundandır. Lakin lanetim geçmişedir. Elbette tarihte olan biten her şeyi öğrenmek istiyorum ama o nefret, ne menem bir re-zillikse o... Onu tarihteki karanlık inine bırakıyor, "Olduğu yerde kalsın, onu tanımak istemiyorum" diyorum.

Benim geçmiş tarihimin ya da bugünkü sorunlarımın, Avrupalar'da, Amerikalar'da, sermaye yapılması zoruma gidiyor. Bu öpmelerin ardında bir taciz, bir tecavüz seziyorum. Geleceğimi geçmişimin içinde boğmaya çabalayan emperyalizmin, alçak hakemliğini, kabul etmiyorum artık.

O hakemler geçmiş çağlarda arenalarda köle gladyatörleri birbiriyle vuruşturan, onların vuruşmasını büyük bir iştahla seyreden, sonunda da kazanana, yaralının işini bitirmesi için başparmaklarıyla işaret veren diktatörlerin ta kendileridir. Bunun için de, bu çağda, ne bir parlamentonun hakemliğe soyunmasını kabul ediyorum, ne de bir devletin.

Gerçek hakem halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez. Benim tek isteğim canım Türkiyeli arkadaşlarımla ortak geçmişimi alabildiğine etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarmamaca-sına özgürce konuşabilmek.

Bunu bir gün tüm Türklerle Ermenilerin de kendi aralarında konuşabileceklerine yürekten inanıyorum. Özellikle de Türkiye ile Ermenistan'ın kendi aralarında da her bir şeyi rahatlıkla konuşabilecekleri ve düzeltebilecekleri ve onlar konuşurken, benim ilgisiz üçüncülere dönüp, "Size de artık üç nokta düşer" diyeceğim günleri iple çekiyorum.

Dünya Ermenileri 1915'in 90. yılını anmaya hazırlanıyor. Ansınlar... Haklarıdır. Yukarıdaki satırlar da bendenizin ruh halidir... 

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Yüz Yıllık Buluşma: Dana Bayramı

Fotoğraflar Mert Çakır'a ait
http://iwefoqg.bianet.org/biamag/azinliklar/140488-eskiden-ayrimcilik-daha-azdi

Aşinalığı sevmekle, ırkçı olmak arasındaki ince çizgiyi gördük. Kendi rengindeki bir insana tanıdık geldiği için gülümsemenin ardından ama bunun bir ayrımcılık olmadığının vurgulandığı anlar yaşadık. Sırf renkleri değişik diye polis tarafından taciz edilen insanlardan, yaşadıkları şeyin ırkçılık değil, cehalet olduğunu söylediklerini duyduk.

Yine -aslında yaşamın tam da kendisi gibi- netliklerin esamesinin kişiden kişiye farklı okunduğu bir konunun üzerindeyiz. Ve yine yaşanan, öznelde farklılıkları getirse de “mağduriyet”in aşinalığının insanları birleştirdiği ve ayırdığı noktadayız. Bu yer Afro-Türkler, yani Afrika kökenli Türkler… Genel ifade tarzı “Arap” olduğu için ilk söylendiğinde biraz farklı gelebiliyor kulağa. Ama son dönemde özellikle genç kuşak kendine Afrika kökenli Türk demeyi tercih ediyor.


Afro-Türkler Osmanlı döneminde köle ticaretiyle ya da diğer yollardan Anadolu’ya gelenlerin torunları. Geçmişten geriye renklerinden başka geldiği topraklara ait pek de bir şey kalmamış günümüzde. Özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerine yerleşen ve buranın kültürüyle yüzyıllardır yoğrulan insanların hamurunun sadece rengi esmer diye, bugün problemler yaşayabiliyorlar. Problem yaşamıyoruz diyenler ise bulundukları köyden, mahalleden, kısacası o lokal ortamdan pek dışarı çıkmamış kişiler.

Dediğimiz gibi Afrika kökenlilerin bugüne taşıdıkları geleneklerden bahsetmek oldukça zor; ama son 6 yıldır geçmişten bir nefha sarıp sarmalıyor hepsini ve bir araya getiriyor. Bu esinti, baharı karşılama ritüeli olarak tanımlanan Dana Bayramı… Aslında bu bayram tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanun çıkıncaya kadar İzmir’de kutlanmaya devam ediyormuş. Hatta Torbalı çevresindeki köylerde 1950’lere kadar gizlice sürdürüldüğü söyleniyor. O tarihten sonra ise yavaş yavaş unutulmuş. Afro-Türk Derneği tarafından ise İzmir’in Bayındır ilçesinde tekrar kutlanmaya başlanmış ve bu yıl da 6.’sı gerçekleşti.

Anlatıldığına göre vakti zamanında üç hafta süren Dana Bayramı kutlamalarında Godya adı verilen Afrikalı topluluğun ileri gelenleri topladığı parayla dana alır ve bunu kurban ederlermiş. Tabi Bayındır’da yapılan sembolik bir bayram. Mayıs ayının 3. cumartesisi bir araya gelerek piknik havasında geçiyor ve artık dana kesilmiyor. Her sene biraz daha renklenen bayramda bu sene Kongo, Sierra Leone, Nijerya, Sudan gibi farklı Afrika ülkelerinden sanatçılar ve misafirler vardı, bir de siyahî “yurdum insanları”, yani Afro-Türkler.

Özlem Tınaz
İlk konuştuğumuz kişi güzel, genç bir Afro-Türk. Doğma büyüme İzmirli olan 18 yaşındaki Özlem Tınaz’ın babası Sudan, annesi ise Libya kökenli. Herkes gibi Tınaz’ın da fazla bir bilgisi yok kökenleriyle ilgili. Sadece anneannesinin Libya vatandaşı kartını görmüş ve “Afrika’da topraklarımızın olduğunu söylemişlerdi” diyor.

Lise 3. sınıfta moda tasarımı okuyan Tınaz, ten rengi ile ilgili sadece ilkokul 1. ve 4. sınıftayken sıkıntılar yaşadığını söylüyor. Arkadaşları arasında şakalaşmalar oluyormuş ama onu rencide eden arkadaşı olmadığını dile getiren Tınaz devamını şöyle anlatıyor: “Yolda yürüdüğümde içine sokarcasına çok sevip tatlı bakan da var; sanki yaratıkmışım gibi bakan insanlar da oluyor. Bunu normal karşılıyorum. Herkesin düşüncesi farklı. Kimseye kendimi sevdiremem, farklı bir boyuta taşıyamam. O yüzden saygı duyuyorum.”

Evleneceği kişinin kendi renginden olmasını istediğini ama bunun ırkçılık olmadığını ifade eden Tınaz; “Kendi rengimden olan bir insanla daha çok anlaşabilirim. Çok karşılaştım. Mesela beyaz bir insanla ortamda olunuyor, konuşuluyor, zenciler ya da Araplar hakkında bir espri yapılıyor, bu insanın zoruna gidiyor. Ama kendi akrabalarınla ya da kendi çevrenle yaptığında sorun olmuyor” diyor.

Tınaz’ın üzüldüğü konulardan birisi de insanların çocuklarını kendilerine karşı ön yargılı yetiştirmeleri. Ve sık yaşadığı olaylardan birini ise şöyle anlatıyor: “25-30 yaşında bir abla yoldan geçerken çocuğuna, bak seni bunlara veririm diye gösteriyor. Korkutuyor çocuğunu. Yanlış yetiştiriyorlar çocuklarını.” Tınaz bu durumu çok da umursamadığını, “18 yaşındayım, bu zamana kadar keşke beyaz olsaydım demedim” diyerek 
açıklıyor.




















52 yaşındaki deri işçisi Yalçın Yalık ise kendisinin belki de Afrika kökenli olup da farklı olduğu hissettirilmeyen şanslı kişilerden olduğunu ifade ederek, kökenleri ile ilgili şunları söylüyor: “Biz hac yoluyla gelmişiz. Arabistan tarafından. Bu daha çok şöyle oluyor: Osmanlı döneminde hacca giden insanlar, dönerken bir tane ‘Arap’ çocuk alıyorlar. ‘Arap’ diyorlar ama aslında zenci. Çünkü Arabistan bölgesi daha çok melezdir. Afrika oraya yakın olduğu için melez bir ırk vardır. Orada da Afrika kökenli insanlar Arap coğrafyasında bulunduğu için hacdan gelenler bir çocuk getiriyorlar. Ağaların, beylerin evlerine birer tane veriyorlar. Onlara bakıyorlar, ya hayır için ya da ne maksatla veriliyorsa... Kendi içlerinde, falanca beyde Arap kızı var, falanca beyde de Arap oğlan var diyerek, evlenme yaşı geldiğinde evlendiriyorlar. Böyle böyle ilerlemiş bu. Yani biz daha çok hac yoluyla gelenlerdeniz. Tabi baba tarafında Yunanistan muhacirliği de var. Ama biz Afrika kökenli oluşumuzu konuşuyoruz.” Yalık’ın baba tarafında Yunanistan göçmeni olması ilk duyulduğunda kulağa ilginç gelebilir. Fakat Afrika kökenli insanlar Yunanistan’da da yaşamışlar. Mübadele döneminde ise Türkiye’ye sadece Türklerin değil tüm Müslümanların gelmesiyle onlarda bir taraftan Yunanistan göçmeni olmuşlar.   

Özellikle Osmanlı dönemine ait devlet arşivlerinden Afrika’dan gelen insanlarla ilgili belgelerin ortaya çıkmasını önemsediğini belirten Yalık; “Bizim için önemli olan şu; devlet arşivlerinden Afrika kökenli insanlar nerelerden gelmişse, bunları araştırma, orta yere çıkarma, paylaşma… Neyiz, ne değiliz? Bizi daha çok bu ilgilendiriyor. Çok geç olan bir şey ama bu tek başımıza bizim sorunumuz değil. Aslında bu coğrafyada yaşayan bütün insanların sorunu olması gerekiyor. Çünkü diğer etnik gruplardan insanlar var. Belki bu insanlar da soyunu çok takip edememişlerdir ama devlet tarafından korunan ufak da olsa bir şeyleri var. Hep övünürler biz 72 milletiz diye fakat hiçbir zaman da Afrika kökenli insanlara sizin hakkınız bu denmemiş. Bazı haklarımız 1960’tan sonra ufak ufak verilmiş. Özellikle Libya ve Sudan tarafından getirilenler, Söke ve Aydın ovasındaki pamuk tarlalarından çalıştırılmak üzere getirilmiş. Köle olarak getirilenler özgürlüklerine cumhuriyetle kavuşmuyor. Bu zamanla ve kendi olanaklarıyla yavaş yavaş oluyor. Bu insanlara ne sunulmuş ki ellerinin tersiyle itsinler” diyor.

Yalık’a Dana Bayramı’nı sorduğumuz da ise ondan şunları dinliyoruz; “Dana Bayramı temelsiz değil. Osmanlı arşivlerinde de olan bir şeymiş bu. Afrika kökenli insanların efendileri, beyleri tarafından senede 1-2 gün izin veriliyor. Onlar da kendi akrabalarıyla bir araya geliyor. Bir araya geldiklerinde hasret gideriyorlar, birbirlerine dokunuyorlar, ağlıyor, gülüyorlar, eğleniyorlar, bir şey kesip paylaşıyorlar. Dana Bayramı’nın esprisi bu. Eskiden bu oluyormuş. Örneğin İzmir’de Temaşalık var; bir de Bayramyeri var, Eşrefpaşa’nın olduğu yerde vardı. Aslında Bayramyeri’nin ismi oradan kalma. Çünkü eski arşivlerden, gazete kupürlerinden bunlar çıkartılmış. Bunları İzmir’in çok eski insanları anlatır.” 























Emel Tınaz
50 yaşındaki Emel Tınaz da Sudan kökenli ve o bize ninesiyle dedesine ait kısa bir hikaye anlatıyor: “Benim dedem 7 kuşak öncesi Sudan’dan gelmiş. Ninemin adı Mabruka’ymış. Bir kabile reisinin yanında hizmetçiymiş. Kabile reisinin yanında dans ederken kaçırılmış. Bursa’ya gelmişler. Bursa’da sarayda çalışmış. Saraydan sonra Bursa’da dedemle evleniyor. İzmir bölgesi daha sıcak olduğu için dedemle beraber İzmir’e taşınıyorlar.”

Tınaz 10 yaşındayken Sudan’dan mektup gelmiş onlara; yani davetiye. “Cahildik işte” diyor. Babası gitmemiş. 7 kardeşlermiş, imkanları da yokmuş. Babası gidemem demiş ama Tınaz; “Şu anda benim 5 kuruş param olsa Sudan’a gitmek isterim. Sudan’dan evlatlık da almak isterim” diyor.

Afrika kökenli bir insanla beyaz bir insanın evlendiğinde problem çıktığından bahseden Tınaz; bu durumun genellikle kızlar bir beyazla evlendiğinde olduğunu söylüyor. Erkeğin ailesinin kızı istemediğini dile getirerek, kendisinin de bir beyazla evli olduğunu ve 20 yıl sonra problemlerinin çıktığını dile getiriyor.

Ayşe Erdem Üstüner ise Dana Bayramı’nın tekrar hayata geçmesinden çok mutlu olan biri. Üstüner’e kendisini anlatmasını istediğimizde şunları söylüyor: “54 yaşındayım, bugüne kadar ayrımcılık görmedim. Her gittiğim yerde sevildim, sayıldım, beklenildim. Hala daha öyle. Benim genç kızlığımda, 30-35 sene önce, ayrımcılık yoktu. Şimdi daha fazla var.” Ayrımcılık yaşamadığını söyleyen Üstüner için aşina olmanın yakınlığı Dana Bayramı’nda devreye girmiş: “Dana Bayramı çok güzel bir şey. Tanımadığın kişilerle karşılaşıyorsun. Öyle bir şey ki, dünyada bir sürü beyaz var. Onları gördüğün zaman gülümsemiyorsun ama kendi ırkından birini gördüğün zaman, erkek ya da kadın hiç değişmiyor, art niyet taşımıyorsun, gülümsüyorsun. Ben şimdi bu arkadaşları gördüm. Sanki canımdan birisiymiş, ailemden birisiymiş gibi onlara sarıldım.”

Afro-Türk Derneği İstanbul Sorumlusu Kıvanç Doğu ile konuşuyoruz bir de. Doğu bize Afro-Türklerin İstanbul’da daha çok olumsuzlukla karşılaştığını ifade ediyor. Ama önce Doğu’dan dedesinin Anadolu’ya nasıl geldiğini dinliyoruz: “İlk önce Yunanistan’a geliyorlar. Türkleşme aslında Yunanistan’da başlıyor. Orada Müslüman olarak yaşıyorlar. Sonra benim dedem Rumlarla ve Ermenilerle Kurtuluş Savaşı’nda çatışarak Türkiye’ye geliyor. Sonra tekrar gidiyor, sonra orayı bırakıyor. İlk geldiklerinde dedelerimize Atatürk Karadeniz’den yer veriyor. Yani atla sürülüp bitirilemeyecek kadar tarlalar vermişler. Orada da Karadeniz’le birleşme oluyor.”

Osmanlı zamanında kölelikle beraber getirilen bir kısmın da olduğu söyleyen Doğu, Afrika kökenli Türklerin daha çok köyler de kaldığını söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Onlar baskıdan, zulümden dolayı hala üzerlerinden o korkuyu atamamış. Daha küçük yerlere, köylere yerleşmişler. Sonuçta nüfusun yoğunlaştığı yer şehir, insanların çoğunluğu orada. Ama köy lokal bir yer. Köyde Ahmet Ağa, Mehmet Ağa, Arap Ahmet Ağa, hiçbir şekilde sıkıntı olmaz. Ama şehirde öyle bir şey değil.”

Doğu, İstanbul’da yaşadığı sıkıntıyı şu sözlerle anlatıyor: “Ben İstanbul’dayken, çok sıkıntı yaşıyorum. İstanbul İzmir’in bir üst noktası. Çünkü İstanbul daha çok yabancı ağırlıklı bir şehir. İzmir’de baktığın zaman bu adam Arap’sa Türk’tür diyorsun. Ama İstanbul böyle değil. İstanbul’da herkes var. En basit örnek, Mecidiyeköy’de oturuyorum, günde 3 defa GBT’ye sokuluyorum. Nüfusumu çıkartıyorum, Türküm, burada doğdum, babam Karadenizli diyorum, Laz uşağı diyorum, daha ne diyeyim artık. Amcamlar Laz, beyaz tenli, 7 kardeşler, her şeyi anlatıyorum. Nüfusu çıkardığım zaman bu sefer daha büyük tehlike olarak görüyorlar. Nüfusu taklit mi ettin, sahte mi nüfus diyor. Kafalarında o kadar çok art niyet var ki, caddeden karşıya geçiyorum, bana pasaportunu göster diye hareket yapıyor. Benim daha iyi bir şeyim var diyerek nüfusu çıkartıyorum. Nüfusa da inanmıyor bu sefer. 3 kişilik bir ekip, indiriyor arabadan beni dışarı. Yanımda tanıdığım insanlar, kız arkadaşım var, beni arabaya dayamaya çalışıyor, üstümü arayacak. Bizim insanlarımız da Amerikan filmlerinden çok fazla etkileniyor. Gördükleri zaman da gözlük şekil, diyor tam Amerikalı ben bunu yakalarsam biraz da egomu tatmin ederim. Böyle farklı bir bakış irdeleniyor. Ben 24 şaşındayım. 20 yaşına kadar hep ırkçılık var dedim. Son 4 yıldır -5 buçuk yıldır yaşıyorum İstanbul’da- şunun farkına vardım: Türkiye’de ırkçılık yok, Türkiye’de cehalet var.”


Kıvanç Doğu ve Kerem Özcan
31 yaşındaki Kerem Özcan “Ben ırkçı değilim, eşim beyaz” diyip gülerek başlıyor konuşmasına ve Türkiye’deki ırkçılık meselesini kendi deneyimlerine dayanarak anlatıyor: “Türkiye’de ırkçılık farklı. Burada hep Kürt ve Türk. Laz’ı, Çerkez’i falan hep aynı. Biz insanlara yaklaşırken rahat yaklaşıyoruz ama insanlar bize yaklaşırken ön yargılı yaklaşıyor. Annemle İstanbul’a gittik. Motosikletli polisler geldi. Şöyle bir baktılar bize, burada zenciler varmış dedi. Ben, bir problem mi var dedim. Bunlar Türkçe de biliyormuş dedi. Gayet normal değil mi Türküm çünkü dedim. Kimliği çıkardım, koydum masaya. Vardır bunda bir problem dedi. Sadece problemim zenci olmam dedim. Burada beyaz tenli biri olsa hiç bakmazdın bile arkana dedim. Ben eşin varken yanında, burada beyazlar varmış diyor muyum, demiyorum. Artık insanların dedikleri de umurumda değil. O cehaleti değiştiremezsiniz, o kapıyı açamazsınız. Ama biz açtık. Ne yaparlarsa yapsınlar dedik.”

Özcan, aynı zamanda Afrika kökenli Türklerin evlat edinme, asker ve polis olma konusunda yaşadığı çifte standarttan bahsediyor: “Biz evlat edinemiyoruz. Renk farklı olduğu için alamıyoruz. Çocuk büyüdüğünde ‘Bu adam benim babam değil’ riskini göze almamak için vermiyorlar. Siyah çocuk evlat edinebiliyorsun ama o da yok. Biz yardım etmek istesek de yapamıyoruz. Multi milyarder de olsan o çocuğa bakamıyorsun. Kaçak yollardan bakabilirsin. Yaklaşık 50 bin doların olsa yurt dışından çok rahat çocuk getirtebilirsiniz. Ben subaylık sınavına da girdim, olmuyor. Senin 7 göbeğin Türkiye’de olması gerekiyor ki asker ya da polis olabilmen için. Ben kuzey Irak’ta yaptım askerliğimi ama kimse subay olabilirsin demedi.”



Son olarak 33 yaşındaki Hatice Yıldız Daramola ile konuşuyoruz. Bu bayramdaki en renkli kişiler arasında. Hem kıyafetleriyle hem de ışıl ışıl parlayan gözleriyle bir anda enerjimizi yükseltiyor. Soyadının ne anlama geldiğini sorduğumuzda mutluluğunun nedeni de anlaşılıyor: “Eşim Nijeryalı olduğu için soyadım Daramola. Eşim 3 yıl önce Türkiye’ye gelmiş. İzmir’de futbol oynuyor. Onunla beraber Afrika yemeklerini yemeyi ve yapmayı öğrendim. Onların duaları farklı, gittikleri kiliseler farklı. Onlarla iç içeyim. İngilizcem Nijerya İngilizcesine döndü. Yani Nijerya’ya doğru gitmeye başladım. Önümüzdeki yaz da Nijerya’ya gitmeyi düşünüyoruz.”

Babası Sudan, annesi Libya kökenli olan Daramola, geçmişiyle ilgili bildiği kadarını şöyle aktarıyor: “Babaannem hala yaşıyor. Onun babasını bir Afrika ülkesinden gelirken –o da hatırlamıyor- birileri getirmiş buraya. O, Osmanlı zamanında gelmemiş yani. Burada bir köy var Atalan diye. Oraya yerleştirilmiş. Orada da, köye gelen bir Afrikalıyla evlendirilmiş.”

Renklerinden ötürü Daramola ile eşi bazı problemler yaşıyormuş İzmir’de. Onlar ise İstanbul’da daha rahat yaşayabileceklerini düşünüyorlar ve bu fikrini şöyle dile getiriyor Daramola: “Başka bir şey var Türkiye’de. Eşimle evlendikten sonra bunu daha iyi anlamaya başladım. Eşim benim şimdi İzmir’de oturmak istemiyor. İstanbul’da oturmak istiyor. İstanbul’da daha çok oldukları için orada kabul etmişler. Bizim İzmir’de hep ‘Bak bak zenci gördün mü?’ Yani hep bir taciz var. Biz zaman zaman dışarı çıkmak istemiyoruz. Eşim İzmirspor’da futbol oynuyordu. Kendi arkadaşlarının arasında bile kabul edilmedi bir dönem. Hatta Emre Belezoğlu geçen gün bir futbolcuya ‘pis zenci’ demiş. Aynı şeyi benim eşim her zaman yaşadı oynadığı takımda. En sonunda biraz tartışmaya girdi, kadro dışı bırakıldı. Türkiye’de ırkçılık var mı derseniz, bana göre Türkiye’de ırkçılık var. Biz hep ötekileştiririz ya Kürt, Çingene, Arap diye. Başkaları bunu cahillik olarak nitelendiriyor ama bu cahillik değil.”

Onlar yaşatamadıkları kültürleri ve ulaşamadıkları geçmişleriyle zaten bu toplumun ta kendisi olmuşlarken, insanoğlu durmuyor, illaki fark yaratıyor ve Daramola şunu söylüyor: “Birileri Arap demese, biz aslında hiç hatırlamayacağız bir yerlerden geldiğimizi. Ama hep hatırlatıyorlar, biz de unutmuyoruz.” 



23 Ağustos 2012 Perşembe

"-maz"


Biber yahu bu, acı mı tatlı mı çıkacağı belli olmaz. Armudun iyisini hep ayılar yiyecek değil ya; anlaşılan armudun seçme şansı baştan olmaz. Kişileştirdiğimiz sebzeler alemi, doğrusu bu hislere tercüman olmaz. Egolarla önyargılar çarpıştığında ortaya kinetik enerji çıkar sanma, bir b*k olmaz. Sen şelaleleri görürsün, sular akar inceden ruhun duymaz. Bir isim listesi tutuştururlar eline, herkes birbirini biliyorum zanneder, kimse kimseyi tanımaz.