28 Şubat 2012 Salı

Kudret (narı)

Koşarken çayını höpürdeterek içti; amuda kalkarken sigarasından derin bir nefes çekti; recmedilirken –düşen başından öldü sanmayın- içi geçti. Hiç kimsenin, birbirinin yazdığını görmeden oynadığı oyunun sonunda, açılan kağıttan çıkan anlamsız cümleler gibi bunlar. Sonsuz hayal gücünle, sonsuz yorumlar getirdiğin bilmediklerin ya da bilmediğinden ötürü betonlaşan beynin. Her ikisi de muhtemel.

Kudret, kafasını kurcalayacağını düşündüğü şeyleri öğrenmeyi sevmezdi. “Göz görmeyince, gönül beton olur.” der, bu sözü de tamamen kendisine mal ederdi. Yıllarca isminin anlamını soranlara “güç, iktidar” cevabını vererek kendine olan güvenini muktedir kıldı. Fakat günlerden olmaz olası bir gün, annesi küçükken kesilen parmağına kudret narı sardıklarını, parmağının hemen iyileştiğini görünce de oğlu olursa adını “Kudret” koymaya karar verdiğini anlattı. İşte o zaman, turuncu bir kudret narından ibaret olan isminin öyküsünü dinleyen Kudret, “öğrenmeme”yi kırılan kalbini betonlaştıran en güçlü perdahlama yöntemi saydı.

Bilmemek, gücü; kıyısından köşesinden görmek, sonsuz yorumların başlangıcını; tamamıyla öğrenmek ise kudret narı merheminin yumuşaklığındaki kırılgan kalbini hatırlattı.
Bir ömür…

27 Şubat 2012 Pazartesi

"Or Yehuda”nın Hayaletleri


Önümüzde bir yol uzanıyor. Yolun kenarında tütün tarlaları ve zeytin ağaçları… Çok alışıldık bir Ege görüntüsü… Eski bir okulu görmeye gidiyoruz. Tek bildiğimiz ismi: “Kayalıoğlu Tarihi Ziraat Okulu”.
Vardığımızda Akhisar’ın Kayalıoğlu adındaki küçük kasabasında böylesine büyük bir tarihin bizi karşılamasını beklemiyorduk. Büyük dememizin sebebi binanın büyüklüğünden değil, tarihinin 1900’lü yıllara dayanmasından ve bugün tarımda oldukça gelişmiş olan Yahudilerin, günümüzde neden bu kadar tarımı önemsediklerinin sebeplerini öğrenmemizden kaynaklanıyor. Geçmişte tarımda geri kalan Yahudilerin ziraatı öğrenmesi amacıyla yapılan Kayalıoğlu Tarihi Ziraat Okulu veya “Or Yehuda”nın 28 bin dönümlük koca bir meslek merkezinden, bugün terk edilmiş bir binaya dönüşmesini oradaki hayaletlerinden öğreniyoruz.
Sefaradlar, ana vatanları İberya yarımadasından kovulduktan sonra yerleştikleri Osmanlı şehirlerinde asıl uğraştıkları iş kolu olan tarım yerine, ticaret hayatına atılım yaparlar. Çünkü tarım demek, toprağa bağlılık ve yerleşik hayata geçiş demektir. Fakat yaşadıkları yerden sürülmüş olmaları, yerleşik hayat konusundaki tedirginliklerini artırır. Böylece tarım hususu sekteye uğrar.
19. yüzyılda Fransa’da yaşayan Yahudiler, Doğu’da geri kalmış Yahudi topluluklarını maddi ve manevi açıdan geliştirmek için çeşitli dernekler kurarlar. Alliance İsraelite Universelle ve Jewish Colonization Association bunlardan bazıları. Bu iki derneğin Osmanlı topraklarında, İran’da ve Kuzey Afrika’da altmışa yakın okul kurduğu bilinir.
Osmanlı topraklarında ilk Yahudi tarım okulu 1870’te Sultan Abdullaziz döneminde, Filistin’de “Mikve İsrael” adıyla kurulur. Daha sonra Jewish Association Colonization tarafından; İstanbul’da “Mesila Hadaşa”, Eskişehir’de “Mamure”, Silivri’de “Fethiköy”, Balıkesir’de “Tekfur Çiftlik” ve Akhisar’da “Or Yehuda” inşa edilir.
Akhisar’da “Or Yehuda” tarım okulu yapılmadan önce bölgede ziraatçılığı geliştirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla 1890 yılında İzmir Bornova’da bahçeli bir tarım okulu yapılır. Bu okulda altmış civarında yoksul Yahudi çocuğu eğitim görür. Fakat bu okulun arazisinin yetersiz olması nedeniyle 1900 yılında Akhisar yakınlarındaki Çakıroğlu çiftliği (bugünkü Kayalıoğlu kasabasının olduğu yer) satın alınarak okul buraya taşınır. “Or Yehuda” veya bugünkü ismiyle Kayalıoğlu Tarihi Ziraat Okulu Akhisar’ın bu küçük kasabasına kurulur. 
Öncelikle İzmirli Mimar M. Magnifico tarafından inşaat projesi hazırlanır. Sonra proje, Paris’teki Merkez Komite’ye gönderilir. 9 Ekim 1904 tarihinde toplanan Jewish Colonization Association’ın Tarım Konseyi, bu projeyi onaylar ve 73 bin frankı inşaatına, 11 bin 600 frankı binaların restorasyon işlemine ayırır. 1905 yılında da inşaat tamamlanır ve öğrenciler yeni binaya taşınırlar.
Böylelikle Kayalıoğlu kasabasının olduğu yere 28 bin dönüm, yani 2 bin 575 hektarlık arazi üzerine bir tarım kolonisi kurulur. Burada; demir atölyesi, saban atölyesi, marangozhane, tahıl ambarı, peynir imalathanesi ve deposu, şarap mahzeni, okul ve yurt binası yer alır. Ayrıca ipek böcekçiliği, bağcılık, şarapçılık, zeytincilik, meyvecilik, tahıl üretimi ve hayvancılık yapılır. 
Çiftlikte sekiz bölümden oluşan 600 dönümlük bir bağ alanının kurulduğu ve her bir bölüme ünlü bir Yahudi’nin (Vigne Clara, Hirsch, Mauricia, Netter Ciremieux, Montefiore, Phippson, Leven, İcass) adı verildiği bilinir.
Okulda 450 kadar öğrenci eğitim görür. Bunlar yerli ve Doğu Avrupalı fakir Yahudi çocuklarıdır. Normal eğitim süresi 3 yıl olarak saptanır. Uzmanlaşmak isteyenler ise 4-5 yıl eğitim görürler. Her yaştan öğrenci alınır ve başarılı öğrencilerin 7’si yardımcı statüsünde “Çiftlik okul”da kalarak her yıl alınan 52 öğrenciye rehberlik eder.
“Or Yehuda”da verilen kuramsal ve uygulamalı derslerden bazıları; ziraat, botanik, mekanik, jeoloji, veterinerlik, meyve yetiştiriciliği, şarapçılık, arazi ölçümü, kır ekonomisi, bina yapıcılığı ve bahçıvanlıktır. Eğitim dili ise Fransızca’dır. Ayrıca İbranice ve Türkçe de öğretilmektedir.
1908 yılında okula Türk öğrenciler de alınmaya başlanır. Koloni 1925 yılında Ahmet Kayalı adındaki bir çiftçiye satılır. Ahmet Kayalı 1944 yılında okul binasını Türk hükümetine bağışlar. 1944 yılından 1997 yılına kadar ilköğretim binası olarak hizmet verir. 1997 yılında yapının hemen bitişiğine yeni bir okul binası inşa edilerek eğitim-öğretime bu yeni binada devam edilir. 
28 bin dönüm üzerine kurulan içinde atölyelerden bağlara birçok öğrenim kolunun yer aldığı koloniden geriye bugün sadece okul ve yurt binası kalmıştır. Okul binası görenleri büyüleyen görkemiyle ayakta duruyor; fakat bakımsızlıktan içi oldukça yıpranmış durumda. Böyle bir geçmişe sahip “Or Yehuda”nın hayaletleri ise burayı terk etmeyi düşünmüyor. 


Manipülasyon: Mert Çakır

17 Şubat 2012 Cuma

Bugün gökte yanık, yerde kusmuk, denizde kan kokusu var

Anlatılmayanın kokusu sardı etrafı. Bu olsa olsa yanık kokusu olurdu; ama ne zaman? Anlatılmayanın anlatılmadığı öğrenildiği zaman…

Bir de eksik anlatışlar var; onun kokusu geldi burnuna birden. Bu olsa olsa kan kokusu olurdu; ama ne zaman? Eksikler tamamlandığı zaman…

Le Quai de Bercy, 1953 Marc Chagall

Yıllarca ocağın üstünde kalmış bir yemek gibi geldi ona anlatılmayanlar. Tencerenin kapağını açıp ne yemeği olduğunu söyleyecekti; fakat biliyordu ki artık o tencerenin dibi kara. Peki karşısındakinin? Onu, neyse boş ver. Ne söylenecek sebze isimleri, ne tat veren yağ-tuz, hiçbir şey kalmamıştı. Sadece keskin bir yanık kokusu…

Eksik anlatılanların tamamlanması ise bir anda beyne sıçrayan kanın tıkanan damarları açmasıydı sanki. Eksik, kesinti demekti; her yer kan kokuyor.

Herkese, her şeyi eksiksiz anlatan birini düşünmeye çalıştı. Ağzına safra tadı geldi, burnuna kusmuk kokusu. “Onların tek umursadıkları boşalmaktır.” dedi.

Bugün gökte yanık, yerde kusmuk, denizde kan kokusu var.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Ses’li Yolculuk

“Ses geliyor… Sus Ses; çünkü kulaklarım sesimi duymak istemiyor. Konuş deme bana. Susan sesim içimi acıtıyor, konuşursam seni acıtacak…”

Gitarı akort etmeye başladı. Uygun sesi buluncaya kadar olan süre kulak tırmalayıcıydı. Bir türlü ayar çekilemeyen içindeki ses ise “huzur hoplatıcı”. Yani, yanındaki insanların bir anda değişen ruh haline anlam veremeyerek, “Ne oldu durup dururken!” demelerinin ardından gelişen huzursuzluk durumu ya da yanında kimse yoksa huzursuzluğu en kolay betimleyen hop oturup hop kalkma hareketliliği. Bunun üzerine o pek düşünmedi, onu ilgilendiren kısmı sadece huzursuzluğu ve gitarının akorduydu.

En azından rahatsız edici seslerden biri bitti. Artık şarkısına başlayabilirdi. Alelade toplanmış bir kalabalığın beklentisi yoktur. Böyle zamanlarda “güzel” muhteşemdir. Bu yüzden onun sesi muhteşemdi.

Ankara tren vagonundan bir yolculuk fotoğrafı
Pardon, muhteşem sesli kadının kocası arka masalarında oturan kıvırcık saçlı kıza mı bakıyor? Evet bakıyor. Böyle bir karısı varken neden bana bakıyor diye düşündü kız. Bilinmeyen her şey, herkes kusursuzdur. Bunu o biliyordu ama adamın bunu bilememesine, sık yaşanan bir şey olmasına rağmen sinirlendi. Sık olması yanlış olmadığı anlamına gelmiyordu ya. Sonra gülümsedi kız; anneannesinin içerikte ağır ama söylendiğinde güldüren özlü sözlerinden birini hatırladı: “Erkeğin en iyisi kırmızı oturakta can versin.”

Rakılar içildi, şarkılar söylendi, tutulmayacak sözler verildi. Bu, zamana ters düşmeyen bir zaman yolculuğuydu. Ne önceye ne de sonraya gittiler. O sabahın bir gece öncesiyle olan tek farkı bir başka şehirde olmalarıydı. 

Susan sesi hala içini acıtmaya devam ediyordu, konuşursa karşısındakini acıtacaktı.

Tanrı, Tanrıçasına yalvardı: Konuş benimle!

Bir Tanrı yalvarır mı hiç, bir “ölümlü” konuşursa Tanrı’yı “acıtabilir” mi hiç…

14 Şubat 2012 Salı


“Yoksunluk ve özlem bizi zinde tutuyor, zamanın dışında tutuyor…”
                                                Sinek Isırıklarının Müellifi / Barış Bıçakçı 

* Mahalledeki hemen hemen tüm kedilerin baskın bir gen sonrası siyah-beyazdan ibaret olduğu bir koloniden ikisinin (çöpten ayrılmayan iki serserinin) çizimi ve fotoğraf Mert Çakır’a ait.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Anahtar deliği

http://www.indiesart.com/artist/243-ivan-solyaev
Uslu us’u, onun her şeyini gördü. Alenen yaptıklarını ve mahrem olanları… Ama kalbine süzülen bir anahtar deliğindeki kadardı. Bir anahtar deliği demek; önlenemeyen merak, belli bir çerçeveden bakmanın göze hoş gelen yanı, bir damla görüntünün barındırdığı özlem ve bu özleme ‘sevgi’den başka tanım yapamayan kalbi demekti.

Kalbi, geleneksel hale gelen incinme günlerinde bir kez daha silkelendi. Bu, her pazartesi bir annenin temizlik yaparken oklavayla çırptığı halıya benziyordu. Halıya vuruldukça kalkan tozlar ve duyulan aksiseda o kadının temizlik nidalarıydı. Kalbine bir anahtar deliğinden sokulan çomak ise kirlenmenin alameti…
Furuğ Ferruhzad
İranlı şair, yazar, oyuncu, yönetmen, ressam.
(5 Ocak 1935 - 13 Şubat 1967)
Kuş Ölümlüdür

Kederliyim
Kederliyim
Balkona çıkıyorum ve gecenin
Gergin tenine dokunuyor parmaklarım
Sönmüş tüm bağlantı ışıkları
Sönmüş tüm bağlantı ışıkları

Artık kimse güneşle tanıştırmayacak beni
Kimse götürmeyecek
Serçelerin şölenine
Uçuşu hatırla
Kuş ölümlüdür.

Furuğ Ferruhzad

6 Şubat 2012 Pazartesi

Nisyan geçidi Kemeraltı...

“Öyle bir yer yok, o anlattığınız yer deniz.”

“Hanları ve bedestenleriyle ticaretin göbek atan süslü kadını.”

“Bayramlık alıverişinin yapıldığı kalabalık çarşı.”

Fotoğraf: Mert ÇAKIR
Birbirinden asırlarca uzak üç farklı dönemde yaşayan üç insanın “Kemeraltı deyince…” diyen birine söyledikleridir bunlar. İzmir Limanı’nın Kızlarağası Hanı’na kadar uzandığı devirde yaşayan biri, burasının denizden –günümüzde bu denize insan seli diyebiliriz– başka bir yer olmadığını söyler elbette. Rivayete göre limanı savunmasız hale getirmek isteyen Aksak Timur, 1402’de Kadifekale’den getirttiği taşlarla limanı doldurarak aslında bu insan selinin geçtiği çarşıya temel hazırlar. Böylelikle tarihte topallayan bir adamın mağlup etme niyeti, 610 yıl sonra buraya gelenlerin gezme kısmeti olarak kaderci bir hal alır.

1800’lü yıllarda İzmir’e ticaret yapmak için gelen, görenlerin -boyunun kısalığı ve bir adım önde giden göbeğinden olsa gerek- çirkin dediği tüccar adam da, “Hanları ve bedestenleriyle ticaretin göbek atan süslü kadını.” diyor Kemeraltı için. Çünkü onun o dönemde istediği iki şey var; mallarına talip müşteri ve izdivacına talip güzel bir kadın. Bu yüzden Kemeraltı bu tüccar için, yokluğun “var”la kıyaslanamayacak kadar çok hüküm sürdüğü bir dönemde Tanrı’dan ona bahşedilen bir cennet aksi.

Fotoğraf: Mert ÇAKIR
90’ların çocuğuysa, Kemeraltı’na geldiğinde, insanların belden yukarısını göremediği kalabalıkta yaptığı bayram alışverişini hatırlıyor. Burası artık ticaretin merkezi olan sayılı yerlerden değilse de, 90’lar çocuklarının anneleri için ihtiyaçların pazarlık yapılarak düşük fiyatlara alınabildiği, üstelik gezerken, var olan hengâmeden dolayı evdeki tantanaları unutturan, bir nisyan geçidi oluveriyor. Bu annelerin çocukları içinse belleklerine kazınan gövdesiz iki ayaklılar geçidi…

O geçitten geçmiş çocukluğa sahip biri olarak, çocukluk anılarımda Kemeraltı’nın benim için sadece bundan ibaret olduğunu söylemek, yerinde ve yetersiz bir cevap olurdu. Yüzüme bakıldığında yanaklarımdan dolayı toplu, ama vücudumun sıskalığı görüldüğünde iştahsız olduğum anlaşılan çocuk ben, “bir ömür yemek vermeseler de yaşarım” inadında zorla yemek yerken Kemeraltı’na gelince acıkırdım. Tabiî ki bu açlığım sadece yarım ekmek döner söz konusu olunca olurdu. Annemin “Acıktıysan simit alayım mı?” sorusuna “Hayır!” der, akabinde alınan yarım ekmek döneri, hatta ekmeğe sarılan kağıdından da ısırarak, afiyetle yerdim.

Fotoğraf: Mert ÇAKIR
Kestane pazarında aklımın almadığı bir sürü sebze ve meyveden kurulmuş rengarenk turşu kavanozlarına bakarken içtiğim turşu suyu… Onca pis kokunun önüne geçen tavşanlara bakma çabası… Hayallerimdeki prenses düşüncesini değiştiren gelinlikli “Prenses”… Çıplak vücudunu, beline bağladığı ipe torbalar sıkıştırarak kapatan kır saçlı adam… Her gördüğümüzde daha çok isteyelim diye yürütülen tahta ayaklı ördek kuklaları… Bülbülün kendisi olsa bu kadar şakımaz dedirten, kuş ötüşlü amca… Ve yorgunluktan bitap düşmüş çocuğa son soru “Yarın da geleceğiz, gelecek misin sen de?”, benim tereddütsüz cevabım “Evet”.

Bugün kepenklerin kapandığı akşam saatlerinde, kepenklerin hiç açılmadığı miskin Pazar günlerinde, sadece işine odaklananların hafta içlerinde neler var Kemeraltı’nda…

1 Şubat 2012 Çarşamba

Haklı veya haksız, olması gereken ya da yapılması imkansız…


Kadifekale/İzmir - Fotoğraf: Mert ÇAKIR
Haklı veya haksız, olması gereken ya da yapılması imkansız… Bazı durumlarda bütün bunların ne önemi var. Haklı olmamız veya yapılması gerekenin bizim hayatımıza müdahale edilerek yapılması bizi üzebiliyor, kırabiliyor, bu “gerekenleri” yaptıranları ötekileştirebiliyor ya da biz zaten ötekiyiz.
İzmir Kadifekale’de kentsel dönüşümün beraberinde birilerine göre “diğeri” olan evlerin yıkıldığı ve gene birilerine göre “diğerleri”ne kazandırılacak bu alanda şu an molozlar duruyor. Yıllarca burada kendi içinde “kendi”ni yaşayan insanlar, çocuklar molozlar arasında şimdi demirlere tutunuyor. “En kötüsü”nü düşünerek yaşamanın, “en normal”i olduğu düşüncesi neredeyse her anımıza işlemişken, en kötüsü hayata geçtiğinde tekrar tutunacak, tutmuşken de toplayacak bir şeyler buluyoruz.
Yine hayattayken arkamızda bir siluet beliriveriyor. Çocuk, yıkıntıların arasında demirleri topluyor…