6 Şubat 2012 Pazartesi

Nisyan geçidi Kemeraltı...

“Öyle bir yer yok, o anlattığınız yer deniz.”

“Hanları ve bedestenleriyle ticaretin göbek atan süslü kadını.”

“Bayramlık alıverişinin yapıldığı kalabalık çarşı.”

Fotoğraf: Mert ÇAKIR
Birbirinden asırlarca uzak üç farklı dönemde yaşayan üç insanın “Kemeraltı deyince…” diyen birine söyledikleridir bunlar. İzmir Limanı’nın Kızlarağası Hanı’na kadar uzandığı devirde yaşayan biri, burasının denizden –günümüzde bu denize insan seli diyebiliriz– başka bir yer olmadığını söyler elbette. Rivayete göre limanı savunmasız hale getirmek isteyen Aksak Timur, 1402’de Kadifekale’den getirttiği taşlarla limanı doldurarak aslında bu insan selinin geçtiği çarşıya temel hazırlar. Böylelikle tarihte topallayan bir adamın mağlup etme niyeti, 610 yıl sonra buraya gelenlerin gezme kısmeti olarak kaderci bir hal alır.

1800’lü yıllarda İzmir’e ticaret yapmak için gelen, görenlerin -boyunun kısalığı ve bir adım önde giden göbeğinden olsa gerek- çirkin dediği tüccar adam da, “Hanları ve bedestenleriyle ticaretin göbek atan süslü kadını.” diyor Kemeraltı için. Çünkü onun o dönemde istediği iki şey var; mallarına talip müşteri ve izdivacına talip güzel bir kadın. Bu yüzden Kemeraltı bu tüccar için, yokluğun “var”la kıyaslanamayacak kadar çok hüküm sürdüğü bir dönemde Tanrı’dan ona bahşedilen bir cennet aksi.

Fotoğraf: Mert ÇAKIR
90’ların çocuğuysa, Kemeraltı’na geldiğinde, insanların belden yukarısını göremediği kalabalıkta yaptığı bayram alışverişini hatırlıyor. Burası artık ticaretin merkezi olan sayılı yerlerden değilse de, 90’lar çocuklarının anneleri için ihtiyaçların pazarlık yapılarak düşük fiyatlara alınabildiği, üstelik gezerken, var olan hengâmeden dolayı evdeki tantanaları unutturan, bir nisyan geçidi oluveriyor. Bu annelerin çocukları içinse belleklerine kazınan gövdesiz iki ayaklılar geçidi…

O geçitten geçmiş çocukluğa sahip biri olarak, çocukluk anılarımda Kemeraltı’nın benim için sadece bundan ibaret olduğunu söylemek, yerinde ve yetersiz bir cevap olurdu. Yüzüme bakıldığında yanaklarımdan dolayı toplu, ama vücudumun sıskalığı görüldüğünde iştahsız olduğum anlaşılan çocuk ben, “bir ömür yemek vermeseler de yaşarım” inadında zorla yemek yerken Kemeraltı’na gelince acıkırdım. Tabiî ki bu açlığım sadece yarım ekmek döner söz konusu olunca olurdu. Annemin “Acıktıysan simit alayım mı?” sorusuna “Hayır!” der, akabinde alınan yarım ekmek döneri, hatta ekmeğe sarılan kağıdından da ısırarak, afiyetle yerdim.

Fotoğraf: Mert ÇAKIR
Kestane pazarında aklımın almadığı bir sürü sebze ve meyveden kurulmuş rengarenk turşu kavanozlarına bakarken içtiğim turşu suyu… Onca pis kokunun önüne geçen tavşanlara bakma çabası… Hayallerimdeki prenses düşüncesini değiştiren gelinlikli “Prenses”… Çıplak vücudunu, beline bağladığı ipe torbalar sıkıştırarak kapatan kır saçlı adam… Her gördüğümüzde daha çok isteyelim diye yürütülen tahta ayaklı ördek kuklaları… Bülbülün kendisi olsa bu kadar şakımaz dedirten, kuş ötüşlü amca… Ve yorgunluktan bitap düşmüş çocuğa son soru “Yarın da geleceğiz, gelecek misin sen de?”, benim tereddütsüz cevabım “Evet”.

Bugün kepenklerin kapandığı akşam saatlerinde, kepenklerin hiç açılmadığı miskin Pazar günlerinde, sadece işine odaklananların hafta içlerinde neler var Kemeraltı’nda…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder