14 Aralık 2012 Cuma


Esra Pekin, acıma ile canı yanma arasındaki farkı kişinin acıya olan mesafesiyle anlatıyor Lilith'te. Acı uzağındaysa acıyan, yakınındaysa canı yanan oluyorsun. Bir de insanoğlunun, bunların dışında, uzağında olan hiçbir acının kendi başına gelmeyecekmiş gibi davranma durumu var. Kitap, bilsek de bize hiç rast gelmeyecekmişçesine yaşadığımız "ölüm" gerçeğini yineliyor. Ölü bir kargayla ölü bir insan arasında ne fark var?

Gülenay Börekçi'nin Esra Pekin ile Lilith üzerine yaptığı röportaj:

esra pekin’den lilith: farklılıklara karşı tahammülsüzlüğümüzün romanı


Romanınızın isminden başlarsak… Adem ve Havva’nın cennetten kovuluş efsanesini biliyoruz. Fakat Havva’dan önce Lilith vardı. Ve onun kaderi cennetten tek başına“kovulmak” oldu. Efsane başka türlü ilerleseydi, Lilith kalsaydı, ne olurdu? Demek istediğim Lilith Adem’e baş kaldırsaydı ve gene de kovulmasaydı, hayatımızda ne değişirdi?

Farklılıklara gösterdiğimiz tahammül şimdikiyle kıyaslanmayacak ölçüde bambaşka bir noktada olurdu. En başta kadın ve erkek arasındaki cinsiyet farkından kaynaklanan hiçbir çifte standart mevcudiyet kazanamazdı. Baş kaldırdığı için Lilith’in adı, tüm kutsal sayılan kitaplardan silinmiş. Değeri ve cesareti tam da burada ortaya çıkıyor. Hikayelerde ondan insanlığın çok da haz etmediği bir şekilde bahsediliyor ama başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğü ve söylediği Lilith için manasız. Bu yüzden sadece kadınların değil farklılıklarından ötürü toplum dışına sürülmüş tüm yalnızlaştırılmış bireylerin kahramanı o. Simgesel değeri muazzam. Lilith baş kaldırdığında kovulmasaydı “aykırılık”, “ayrımcılık” gibi birbirini karşılıklı üreten ve dolayısıyla besleyen kavramlar insanlığın bilmediği, tanımadığı şeyler olacaktı. Aykırı olanlar, ayrımcılığa uğramayacaktı. İnsanlar aykırı olmalarının bedelini ödemek zorunda kalmayacaktı. Baş kaldırmak yerinilen değil övünülen bir eylem olarak anılacak ve insanlık tarihi kendi çağlarında kabul görmeyen ama değerleri ancak çok sonraları anlaşılan az sayıda baş kaldıran kahramanla daha fazla karşılaşmış olacaktı. Ama tabii kahramanlık nadir görülen bir durum olmayacağı için adları “kahraman” olmayacaktı.
Adem Lilith’e neden aşık oldu ve onun nesinden korktu? Lilith ona kendindeki hangi eksikliği hatırlattı?
Adem Lilith’e kendisine benzediği için âşık oldu veâşık olduğu için de üzerinde baskı kurmaya çalıştı. Onun gibi topraktan yaratılan ve eşit haklara sahip olduğunu iddia eden sevgilisinin nedeni ne olursa olsun onunla eşitmiş gibi davranmasına tahammül edemedi. Adem kendisine duyduğu aşkın başka bir bireyde varlık kazanması fikrinden etkilendiği için Lilith’e âşık olmuştu. Lilith, eşit koşullar talep edince Adem buna rıza göstermedi, Lilith de gitmeyi tercih etti. Kimse aşkın nedeninin “maşuk”un kendisine duyduğu aşk olmasını kabul edemez, buna sabır gösteremez. Aşk bireysellik korunabildiği sürece devam edebilir. Adem Lilith’in cesaretinden ve başına buyruk olmasından korkmuş olabilir. Çünkü cesaret terk edilmeyi ya da terk etmeyi, yalnız kalmayı ya da yalnız bırakmayı kabullenmeyi gerektirir. Adem başına buyruk ve yürekli Lilith’in şartlar istediği gibi olmadığında ardına bile bakmadan gideceğini anladığında ondan korkmuş olabilir. Adem’in ancak durağan ve hep aynı kararlılıkta sürecek bir yaşantının içinde mutlu olabilecek bir mizacı var. Ona boyun eğecek bir kadın ve cennetin bitmez tükenmez yemişleri mutluluğu için kafi. Aradığı ve bulduğundan emin olduğu şey, “huzur”. İçinde heyecan ve farklılık barındıran bir yaşantı onun için mümkün değil. Lilith, Adem’e başka türlü bir hayat olabileceği ihtimalini hatırlatarak onun “huzur”unu bozuyor. “huzur” sonradan, Havva boyun eğen bir kadın olarak Adem’in kaburga kemiğinden yaratıldığında kaldığı yerden devam ediyor. Adem romanda da bahsettiğim “hafızasız tanrının hafızasız insanları”na örnek.
Kahramanınız Lamia adlı bir kadın. Manidar bir isim; “ışık saçan” anlamına geliyor. “Canavar”rolü biçilen ve başkalarının çocuklarını yiyen bu kadının hikayesi, Lilith’ten bile eski. Kahramanınızın Lilith ve Lamia’yla ortak yönü ne?
Lilith karşımıza pek çok farklı isimle çıkıyor. Bunlardan biri de Yunan Mitolojisindeki Zeus’un sevgilisi Lamia. Birçok ortak noktaları mevcut. Zeus’un karısı Hera da Havva’ya benziyor. Her iki mitte de üçlü bir ilişki söz konusu. Lilith de, Lamia da sonunda onlara yapılanın intikamını almaya ant içiyor. Lamia gerçekten de manidar bir isim. Asıl enterasan olan Lamia’nın Leyla ile de bir tutulması. Leyla, “uzun ve karanlık gece” manasına geliyor, Lamia ise dediğiniz gibi “ışık saçan”. Ben bu iki manayı yorumlamak isteseydim, “geceyi aydınlatan” derdim, “geceye ait olan ışık”. Geceleyin var olabilmek için karanlığı aydınlatacak ışığa ihtiyaç duyuyor ve ışığını kendi üretiyor. Kendinden başkasına ihtiyaç duymuyor. Keramet kendinde. Cesaretinin nedeni de bu. Romandaki Lamia da işte tam da bu açıdan Lamia’ya ve Lilith’e benziyor. Aldığı kararı uygularken kendine has bir özelliğinden faydalanıyor. Başkasından yardım beklemeye gerek yok, metaforik olarak aralarındaki ortak yönü anlatmanın bana göre en etkili yolu Lamia’nın bu özelliğini vurgulamaktı.
Erkek egemen toplumlar onları lanetleyip yok etmeyi yüzyıllardır denedikleri halde ikisinin de günümüzde yaşamayı, var olmayı her zamankinden daha kuvvetli bir şekilde sürdürmelerini nasıl açıklıyorsunuz? Mesela kendi adıma ben idolü Havva olan bir kadın tanımadım. Bazıları açıkça söylüyor, bazıları farkında değil ama Fakat Lilith neredeyse bütün genç kadınların idolü…
Birini güçlendirmenin en etkili yolu, onu yok saymaktır. Yok sayılan, değerinin aşağısında muamele gören, eşit ve adil davranılmayan, farklılığı taciz edilen, düşünce ve ifade özgürlüğü tanınmayan bireyler ve topluluklar, kendilerini var etmenin yolunu mutlaka bulurlar. Meşru veya gayrimeşru, nasıl olursa olsun, yok sayılmak en büyük var olma ve hayatta kalma nedenidir. Var olmanın anlamsızlığına karşı hakiki bir nedeni olan birey de onu yok sayan karşısında tanınmak için tüm varlığını ortaya koyabilir. Ezilen, yok sayılan, ikinci sınıf addedilen, çifte standarda uğrayan birey, cinsiyeti ne olursa olsun bir kahraman arayışına girer. Davasında kendine yol gösterecek, ilham alacağı, cesaretini kaybettiğinde güç verecek br destek ihtiyacıyla… Lilith de Lamia da bu nedenden ötürü unutulmamaya yazgılı. Onlara “yok” muamelesi yapanlara inat, yaşamaya devam edecekler. İdolü Havva olan bir kadın belki yok ama idolü Havva imiş gibi davranan pek çok kadın var. Çünkü çoğunluğun sultası altında yaşamaya çalışmak, daha kolay. Biz pek çok şeyi yok saydığımız, konuşmaktan imtina ettiğimiz bir tarihin hafızasız çocuklarıyız. Hafızasızlığın iltifat gördüğü dönemlerin bedelini ödemek zorundayız. Hafızalarımızın gücü elinde bulunduranlar tarafından şekillendirilmeye çalışıldığı, şekle şemale girmeyenlerin cezalandırıldığı yani hafızasızlaştırıldığı, hafızası sağlam olanların ise dilsizleştirilmeye çalışıldığı bir coğrafyanın bireyleri, belki de bu nedenle Lilith’i idol kabul ettiklerini itiraf edemiyorlardır.
Tanrı’nın Lilith’i cezalandırmak için seçtiği yol onu cennetten kovmak. İnsanlar onu yok etmek için hangi yolları kullandı?
İnsanlık bir şeyi yok etmek istediğinde ona yokmuş gibi davranır. Bu kural hiç değişmez. Zannedilir ki yok saymak, yok sayılanı yok etmeye muktedirdir. Halbuki, dedim ya, yok sayılanı güçlendirmekten başka bir işe yaramaz bu. Yok sayılmak zannedildiği gibi masumane, zararsız bir görmezden gelme şeklinde göstermez kendini. Şiddetli olur. Yok sayılırken de şiddetle mutlaka karşılaşılır. Neyin iltifat, neyin hakaret göreceğine karar verenler şiddeti meşrulaştırdıkları müddetçe, insanlık Lilith gibi farklı olanları yok etmek için kendinde hak görecek.
Kahramanınız Lamia’nın karşısına niçin zaman zaman birbirlerinin yerine geçebilen ama karakterleri bütünüyle farklı ikiz kardeşleri çıkardınız. Bu ikilik hali romanınızda erkeğe dair neyi simgeliyor?
İnsanoğlunun zaaflarına vurgu yapmak için bu ikiliği kullandım. Habil ve Kabil kadar farklı iki kardeşin, hataya düşme konusunda benzer zaaflara sahip olduğunu anlatmaktı gayem. Aynı rahmi aynı anda paylaşmış ama birbirlerine benzemeyen ikizler üzerinden anlatmaya çalıştığım kötülüğün, insanın bencil doğasının bir sonucu olduğu gerçeğini ve düşkünlüğün hep bu nedenden ötürü vuku bulduğunu anlatmanın bir yoluydu bu ikilik. Herkes evvela kendisini düşünür. Bazısı daha çok, bazısı daha az. Masumiyet bu dozun ölçüsünü belirlemez. Bu nedenle romanda karakterlerden beklenmeyen bir davranışla karşılaşıyoruz. Bu ikiliği romanda insan doğasının kendine yakın olana duyduğu bağlılığın, bağımlılığa dönüştüğü noktada tehlikeli bir hal alabileceğini anlatmak için de kullandım. Ya da şöyle: Kendimize yakın olana, en başta kendimize duyduğumuz marazi düşkünlüğü vurgulamak, kısaca egosantrik tabiatımızın doğal bir sonucu olan bağımlılığı daha net ortaya koyabilmek için…
Masumiyetin tanımı nedir? Masumiyet kavramı tehlikeli olabilir mi?
Olmayan bir şeyi tanımlamak imkansız. “Gördüğünüz her masumun kötü bir yanı vardı” cümlesine yürekten inanıyorum. Benim masumiyet tanımımda, bu dünyada var olamayacak ölçüde bir kendinden vazgeçme söz konusu. İnsanda varlık bulamayacak bir özellik masum olmak. Ama masum görünmek mümkün olabilir. Ve masum görünmek kesinlikle tehlikeli de olabilir. Beraberinde saklanmayı, sır tutmayı, hileyi ve yalanı getirir çünkü. İlk olarak insan kendi doğasını gizlemek zorunda kalır, “iyi insan”ı oynar, masum olduğunu ispatlama yoluna gider ve kendine bile yalan söyler. Sonunda infilak kaçınılmazdır. Otorite bizden masum olmamızı, suçsuz bireylerden ibaret temiz bir toplum haline gelmemizi bekliyor, hatta bunu gerekirse zorla sağlamaya çalışıyor. Masumiyetin tanımını da elbette kendi yapıyor. Tanımlamak kendi tekelinde. Masumiyeti zalimlikle sağlamaya çalışıyor. Masum görünmeyi başaranlar ödüllendirilirken, diğerleri hakarete ve tecavüze uğruyor. Evet, masum görünmek üzerinden, masumiyetin tehlikeli olabileceğini düşünüyorum.
Kitabınızı dört bölüm halinde yazmışsınız: Şimdi, Önce, Daha da Önce ve Fi Tarihi… Hikaye geriye doğru, kat kat açılıyor… Kadın ve erkeğin sonrasını nasıl hayal ediyorsunuz?
Ayrımcılığın olduğu yerde bundan çıkar sağlayan birilerinin olması kaçınılmazdır. Asıl mesele, bu çıkar gruplarını ellerinde tuttukları ve hak iddia ettikleri her ne ise ondan vazgeçirebilmekte. Bunun münkün olduğu bir dünyayı ne yazık ki hayal edemiyorum. Oysa, cinsiyet ayrımcılığının olmadığı bir dünyada ayrımcılığın hiçbir türü var olamazdı. Ayrımcılığın her türü birbiriyle ilişki halinde, iç içe geçmiş vaziyette. Çözüm tek tek değil, topluca ortadan kaldırılmalarında. Böyle adil bir dünya düzeninde insanın kendini daha iyi ifade etme yolları bulacağı da aşikar. Çeşitliliğin zenginleştirdiğinin kabul edildiği, çok kültürlülüğün çok dilliliğin tehlike olarak görülmediği, adaletin zorbalıkla sağlanmadığı, insanların aynılaştırılmadığı bir dünyada kadın ve erkek daha sağlıklı ve “masum” bir ilişki içinde olabilirdi. Tüm bunlar sağlanabilseydi her türlü ilişki olması gerektiği gibi, doğal seyrinde akmaya başlardı. Sözgelişi her cins kendi doğasına yaklaştığı ama bunu yüceltmediği müddetçe diğer cinsi anlayabilirdi.
Edebiyat için “başkaldırmanın en zarif yolu” demişsiniz… Toplum olarak o en zarif yola bile kimi zaman tahammül edemeyişimizi nasıl açıklarsınız?
Sorunlar envai çeşit olsa da neden hep aynı. Farklılıklara tahammül gösterememek. Bu tahammülsüzlük öylesine yaygınlaşmış ve meşrulaşmış durumda ve öylesine olağan karşılanıyor ki her türlü mecrada kendinde müdahale hakkı gören “otorite”, kendini bir edebi eserin edebi olup olmadığına karar verebilecek kudret ve bilgide de görebiliyor. Bilgisizlik beraberinde cesareti getiriyor. Halbuki bir edebi eser toplumu tahrik ettiği, yüreklendirdiği ölçüde hafızalarda yer eder. Baş kaldıran, cesur edebi kahramanları daha çok sevmemizin nedeni budur. Kaldı ki “tahammül göstermek” kavramının içinde bile özveride bulunma ve kabul ettiği için kendini üstün görme gibi bir gizli mana saklı, bu bile yeterince rahatsızlık verici ve düşündürücü.
Edebi kahramanlarınız kimler?
Bir edebi kişiliğin sevilebilmesi yazarının okuyucuya karakterin bir hayal ürünü olduğunu unutturabilmesinde saklı. Bu edebi kahraman bir cani, bir kurban da olabilir; bir kahraman da, anti-kahraman da olabilir. Marguerite Yourcenar’ın Hadrianus’un Anıları’ndaki Hadrianus, Lawrence Durrell’in İskenderiye Dörtlüsü’ndeki Justine, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sındaki Maria Puder, Erich Maria Remarque’ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’undaki Paul, Dino Buzzati’nin Tatar Çölü’ndeki Giovanni Drogo, Jack London’ın Martin Eden’ine adını veren Martin, Camus’nün Yabancı’sındaki Meursault, bambaşka özelliklere sahip olmalarına rağmen hakikate yakın oldukları ve beni son derece keyifli bir yalana inandırdıkları için çok sevildiler.
http://egoistokur.com/esra-pekinden-lilith-farkliliklara-karsi-tahammulsuzlugumuzun-romani/