21 Mart 2012 Çarşamba

Bir Muğlağlı Hikayesi


Dönmemek için döndü

Mide ağrıları, ilaçlara rağmen artan sedefler, henüz bir yıldır yaşadığı yerdeki kişilere karşı çoğalan görüşme isteksizliği, bir sabah bok böceğine benzeyen kırmızı arabada Muğlağ’ya doğru yol almasına neden oldu. Tüm bu “neden” gibi gözüken her şey “bahane”ydi. Asıl “neden”i ise onca bahanenin ve oraya gitmesinin sebebiydi. Sebebi dönmemek ya da dönememekti.


Yol boyunca dışarıyı izledi; aklından büyük bir ihtimalle 25. Saat filmindeki Monty geçiyordu. Fakat onun farkı Tanrı’nın unuttuğu yerlere gitmeden evvel, 29 yıl 9 ay önce ana rahmine düştüğü ve doğup, epeyce büyüdüğü yere gitmesiydi. Arabada giderken yanında babası değil ama Noel Baba olabilecek görüntüde biri oturuyordu. Arkada ise gözlüklü, kupkuru bir kız… Noel Baba müzik açtı; Kürtçe mi, Türkçe mi, Zazaca mı belli değil; ama bu kareye uymuyor belli.

Derken Muğlağ’ya yaklaşma alametleri dağların sıralanmasıyla kendini gösterdi. Neredeyse dörder saatlik Yüzüklerin Efendisi serisini ezbere bilen 29 yıllık Muğlağlı, tabiî ki dağları Mordor’a benzetti. Elfçe “Mordor”, Türkçe’de “Karanlık Diyar”a denk gelirken, "Muğlağ"nın onda neyin diyarı olduğu bilinmiyordu. Ama orası O’nun “O” olduğu yerdi. Yaşamaktan sıkıntı, dönememekten kuşku duyduğu diyar...

(Bir Muğlağlı Hikayesi'nin 1.Bölümü) 

  
Gitmek için vardı

Evine, yuvasına, dünyasına, barakasına, doğduğu topraklara, odasına, afişlerine, özenle biriktirdiği orijinal müzik albümlerine ve orijinal süsü verilenlere, filmlerine, dergilerine, kitaplarına, çektiği ve bastırmayı ihmal etmediği fotoğraflarına, ses düzenine, çizgi roman figürlerine, anılarına, anımsayamadıklarına vardı.

“Kendin”den uzaktayken özlemi, anılarının yakınındayken aşina olmanın -ki bir nevi aidiyet duygusudur- huzurunu yaşarsın. Muğlağlı gitmek için vardığı o yerde bunu hissetti. Onun olan her şeye tekrar baktı; dokundu. Onlarla ilgili hatırladığı birkaç şeyi anlattı. Bir anda yıllardır çalışma masasının yanında asılı duran kolyeye gözü ilişti; taktı. Elindeki dergiye kafasından hiç çıkartmadığı şapkasını koltuğun arkasına koyarak baktı.

Orası o kadar Muğlağlı’nındı; gözlükler ardındaki gözler bir o kadar yabancı…
  
(Bir Muğlağlı Hikayesi'nin 2.Bölümü)


Konuşamamak

Karışık, bulanık ve vücutların eksik kaldığı o an, konuşamamanın bir sonraki evresiydi. Uzun zamandır göremediği oğluyla iki kelam etmenin hevesinde olan Anne, isimleri neredeyse tıpatıp aynı olan bir akraba sürüsünden bahsetti. Muğlağlı, o akraba sürüsünden tanıdığı bir ferdi kafasında canlandırıp, isimlerinde sadece bir harfin değişikliğe uğradığı diğer bütün kişileri de o sandı. Anne, bu nüanslarda boğulurken zaten yorgundu. Muğlağlı ise doğuştan yorgun… Durmadan çalışan beyni, bedenine hükmetmeye başladığı zaman, ona Muğlağlı denemeyecek kadar yorgun.

Kafaların karışık, anıların yer yer bulanık ve sohbetlerin eksik kaldığı bir havanın durumuydu bu. Gözler, bu bocalamada duvarda asılı duran bir fotoğrafa kaydı. Anne, fotoğrafa yakılmış dedi; Muğlağlı, bu yalnızca duman…

Yan yana olmalarına rağmen dinmeyen bu özlemde Anne yandı, Muğlağlı tüttü…

(Bir Muğlağlı Hikayesi'nin 3.Bölümü) 


62’den tavşan

Bir sevişme sonrası… Belki hiç istemeyerek, belki çok kısa, belki sadece çocuk olsun diye yapılan, belki tek taraflı dürtülerin törpülendiği, belki de şehvetli ve uzun bir sevişme sonrası, birinci gelen spermin vücuda gelmiş hali olarak doğduğu evin kapısının önüne oturdu Muğlağlı. Ait olduğu evden sonra ait olduğu sokaklardaki huzuru yaşama istediği, bu kaçak ziyarette onu rahatlatan en olası hareketti.

Anneyle Baba, bir çocuk getirdiler dünyaya; öyle alelade, herkeste olan bir “şey”di işte.

Muğlağlı bir zamanlar çocuktu, kendi boyundaki herkes gibi. O zaman mahallesinde gördüğü bütün çocuklar gibiydi; ama bugün bütün “büyükler” aynı değildi. Bir sevişme, koca bir yaşamın arifesiydi. Yaşam her daim bayram değil… Bu varış, bir bayram ziyareti değil…

62 no’lu evin kapısının önünde otururken Muğlağlı, alelacele çizilmiş bir tavşana bile gülerek bakan, o zamanların çocuğuydu. 

(Bir Muğlağlı Hikayesi'nin 4.Bölümü)




Gelmeyen gemi

Eski bir arkadaşla görüştü Muğlağlı bu ziyaretinde bir de. Eskiden, kalabalık bir grupla gittikleri yere, yıllardır bir gemiye binip gitme hayalinde olan eski bir “tek” arkadaşla gitti. Eski bir arabada, eskiden dinledikleri ve zaten eskiden de eski olan bol devrim içerikli şarkılar dinleyerek yaptılar bu kısa yolculuğu. Artık birbirlerinden bihaber olduklarını varsaymayarak ama yaşayarak…

Muğlağlı, genelde enine ve kolların üstünde görmeye alışık olduğu faça izlerini, bu bihaberlikten olsa gerek ya da dikine ve omuzlarının üstünde olduğu için yadırgadığından olsa gerek, pat diye sordu Eski Arkadaş’a bunlar ne diye. O da pat diye cevap verdikten sonra, yaralı bir hareketin duygusuz diyaloğunun akabindeki sancılı susuşu yaşadılar.

Sanki o gemi hiç gelmeyecek gibi…

(Bir Muğlağlı Hikayesi'nin 5.Bölümü)




Özlem baki

Bu ziyaret, zeytinyağlıların cirit attığı, boyozların kol gezdiği, gevreklerin “ya ben, ya ben” diye çıkıntılık yaptığı bir yörede, “etsiz” çiğköfte yiyerek son buldu.

Muğlağlı, bir daha dönmemek için gerçekleştirdiği bu varıştan ne çıkardı! Aylardır görmediği babasıyla, sırtı dönük oturduğu yemek masasında, iki cümleyi geçmeyen bir konuşma gerçekleştirmenin pişmanlığıyla “Ailemize iyi davranmalıyız”ı mı? Muğlağlı’nın eski sevgilisini görmeye gittiği için o sırada Muğlağ’da olmayan ablasıyla yaşadığı duygusal telefon konuşmasından sonra “Aslında ablam iyidir”i mi? Muğlağdaki evde olan kedinin akça pakça tüylerini ve severken sıkıntıya gelemeyen hallerini gördüğü için “Benim şimdiki kedim çirkin ve mazlumdur”u mu? Yoksa, açlığını gidermeyen çiğköfteden dolayı “Yanıma annemin konservelerinden daha çok almalıydım”ı mı?

Duygusal, dürtüsel, saçma ve mantıklı ne varsa geçti aklından Muğlağlı’nın. Hafif doyan karnının üstüne bir sigara yaktı. Gözlükler ardındaki gözler, ona bu yolculuğun son bakışını attı.

Alfabedeki en yalnız harf olan “Ğ”nin artık yalnız olmadığını belirtmek için ona “Muğlağlı” diye seslenen biri olsa da yanında, geldiği topraklara karşı özlem baki Muğlağlı’da.

(Bir Muğlağlı Hikayesi'nin 6. ve Son Bölümü)     

12 Mart 2012 Pazartesi

Fotoğraflara baktım…

İllüstrasyon: Mert Çakır
Güzelbahçe/İzmir-2007


Bendim oradaki. Gülüyorum, hep gülüyorum, hep güzelim, hep herkes güzel. Çeşit çeşidim; ama hep güzel. Arkadaşlarım güzel, yoldan geçenler güzel, arkadaki ağaç, taş, araba güzel. Güzellikler içindeyim. Ne düşünüyorsam, işte "o" yok. Cebimde ne kadar para vardı, o yok. Kimdi sevgilim, o da yok. Niçin ağladım birkaç gün önce ya da ağlamış mıydım… Hangi otobüse küfür ettim beni almadı diye. Kimden sigara istedim. Kimde kaldım. Hangi sınava çalışırken uyuya kaldım. Çiğdem’e neden bahsettim hararetli hararetli. Ne zaman tırnak yemeyi bıraktım, ne zaman başladım. O akşam sobayı bir kerede yakabildim mi. Annemi öptüm mü. Dedemle konuşamadım mı. Babamı hiç anmadım mı. Denize balıklama atladım mı. Bunların hiçbiri yok. Ben güzelim ama çok güzel.

Bugün benim buradaki. Cebimdeki parayı, iş yerinde yaptıklarımı, annemle olan konuşmamı, sevgilimin kim olduğunu, hızlı giden otobüse sevinmemi, eve kadar yürürken parkta içtiğim sigarayı, bozulan telefonumun yerine bir telefon almam gerektiğini, yaşadığım evde üşüdüğümü, özlem çektiğimi, bir kafede saatlerce oturduğumu, ajandada yazan yazıları okuduğumu, banyoya girmek için üşendiğimi biliyorum. 
Ben güzel miyim!

dönerbıçaa:
http://donerbicaa.tumblr.com/ 

2 Mart 2012 Cuma

Birini, birine benzetmeye çalışmak en çok yapılan yanılgılardan biri
Çünkü aslolan benzetilen.
Tanımadığın birini kusursuz sanmak da en çoklardan…
Bunları biliyor olmana rağmen tekrarlamak
“İnsan” olmak.
Tekerrürden ibaret olduğunu bildiğin halde didiklemek
Kadın olmak.
Bunu yazıya dökmek
“İlla yazacağım” inadında olmak :)
Güven nerede?
Cehennemin dibi nerede?
Bul bulabilirsen…