6 Temmuz 2012 Cuma

Artan polis şiddeti: Orantısız güç kullanımı


"Polis şiddetinin artması orantısız bir güç kullanımıdır. Bu yetkinin aşımıyla alakalıdır bir yerde. Hak odaklı bakarsanız farklı görürsünüz, güvenlik odaklı bakarsanız farklı görürsünüz."

Uluslararası Af Örgütü son bir yılda yaşanan insan hakları ihlallerini ve dünya çapındaki ülkelerdeki insan hakları durumunu mercek altına aldığı yıllık raporunu yayımladı. Türkiye'de söz verilen anayasal ve diğer yasal düzenlemelerin gerçekleşmediğinin vurgulandığı raporda ifade özgürlüğünün tehdit edildiğine, göstericilere karşı artan polis şiddetine ve çocuklara Terörle Mücadele Kanunu kapsamında dava açılmaya devam edildiğine değiniliyor. Ayrıca kusurlu terörle mücadele yasaları kapsamında yapılan binlerce kovuşturmanın adil yargılama standartlarını yakalayamadığı, bombalı saldırıların sivillerin yaşamına mal olduğu, vicdani ret ve çocuk haklarının korunması konularında hiçbir ilerleme kaydedilmediği de raporda yer alıyor. Mülteci ve sığınmacıların, lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerin haklarının yasada güvencesiz olduğu ve kadına yönelik şiddeti önleme mekanizmalarının yetersiz kaldığı da yazıyor.

Raporu okuduğumuzda oldukça kabarık bir listeyle karşılaşıyoruz. Biz de Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Genel Sekreteri Av. Kerem Dikmen’le bu raporun Türkiye ile ilgili kısmını değerlendirdik. Öncelikle Af Örgütü’nün çalışma sistemi ve ihlallerin önlenmesi konusunda neler yaptığını anlatan Dikmen, vicdani ret ilan edenlerin aldıkları cezaların neden farklılaştığından, “terör” ve “demokrasi” kavramlarını kullanmaktan neden imtina ettiklerine kadar birçok konuya değindi.

Alâmetifarikası “Acil Eylem Mektubu”

Bize kısaca Uluslararası Af Örgütü’nü tanımlar mısınız? Amacı nedir ve bunun için neler yapar?
Af örgütü İngiltere merkezli bir kuruluş. 50 yaşında. Orta yaşın üzerinde. Daha çok kişiler üzerinden çalışan, yani gruplar üzerinden alışan, insan hakları alanında ağırlıkta lobi faaliyeti yürüten, raporlamalar yapan, hükümetlerden yardım almayan, maddi kaynağı hükümetler olmayan, İngiltere merkezli bir insan hakları kuruluşu en kaba tabirle. Esas olarak çıkış noktası diktatörlük döneminde Portekiz’de gerçekleşen bir insan hakları ihlaliyle ilgili bir mektup yazma. Özgürlüğe kadeh kaldırıyor iki Portekizli öğrenci. Fakat bu daha sonra soruşturma ve gözaltı sürecinin başlangıcı oluyor. Bunu İngiltere’deki hukukçular gazeteleri okuyunca bir şey yapmak gerektiği üzerinden yola çıkıyorlar ve mektup yazıyorlar bu bir insan hakları ihlalidir ve siz de bu insan hakları ihlaline bir son verin şeklinde. Ve ilk faaliyetler bu şekilde mektup yazma -ki bizim hala kullandığımız en önemli yöntemlerden biridir- faaliyeti olarak başlıyor.
“Acil Eylem Mektubu” olarak adlandırıyoruz bunları. Bu da ne demek oluyor? Bir ülkede bir ihlal olduğunda vaka bazında -kişilerin gözaltı sürecinin uzaması olabilir ya da cezaevi koşullarının kötülüğü olabilir- o kişinin o durumdan çıkması için, yani o ihlalin önlenmesi için bir mektup maratonu yapılır. O ülkenin dışındaki ülkelerde Af Örgütü faaliyetini yürüten insanlar ihlalin gerçekleştiği yerde, ihlali giderme yetkisine sahip kişilere; o ülkenin devlet başkanı olabilir, hükümet başkanı olabilir, adalet bakanı, sağlık bakanı olabilir her kimse, bunlara mektup yazarlar ve bu mektuplarla o ihlalin giderilmesi hedeflenir. Aslında Af Örgütü’nün alâmetifarikası Acil Eylem Mektubu’dur. Yani biz bir yerde ihlal gerçekleştiğinde oturur mektup yazarız, oraya göndeririz ve yüzde 40 oranında da başarısı vardır.

Af Örgütü’nde ülkelerin yıllık raporları nasıl hazırlanır? Her ülke için hazırlanan raporun ayağını kimler oluşturur?
İngiltere’deki merkezde masalar var. Bu masalardaki bilgiler derleniyor, toparlanıyor sene içerisinde. Buradan bireyler tek tek de iletebiliyor, gözlemciler vardır, medya taramacıları vardır ve bu raporlar oluşturuluyor. Türkiye’deki bazı ihlaller ile ilgili doğrudan şubelerden gözlemciler de olabiliyor. Örneğin KCK, Ergenekon, Ahmet Yıldız davası gibi… Bunlara yurtdışındaki şubeler de gözlem yapmak için gelebiliyorlar, bizim bilgimiz dışında. Dolayısıyla bu bilgiler rapor haline getiriliyor.
Ben Türkiye Şubesi Genel Sekreteri olarak bu raporun hiçbir yerinde değilim. Zaten Af örgütünün en belirleyici özelliklerinden biri şubeler hiçbir zaman vaka bazında -özellikle kendi ülkelerindeki- ihlallerle ilgilenemezler. En sert kuralımız budur. Ben mesela doğrudan Türk hükümetinin x mevzusundaki bir insan hakları ihlaline karşı eylem yapamam. Genel açıklamalar yapılabilir ama vaka bazında “Durdurun burada bir insan hakları ihlali var” diyemem. Fakat örneğin; Yunanistan şubesi diyebilir. Ben de “Portekiz’de bir ihlal var, hadi buna mektup yazalım” diyebilirim. Ancak vaka bazında olmasa da tema bazında bunların istisnaları vardır, yani son kürtaj örneğinde olduğu gibi… Esas olarak ülke içi bir ihlale gönderme yapsa da, Türkiye şubesi olarak düşüncelerimizi kamuoyu ile paylaşabilir, ilgili makamlardan talepte bulunabiliriz. Ya da mülteci alanında… Sonuç olarak Uluslararası Af Örgütü’nün dünya çapında ettiği lafların Türkiye’deki sahibi biziz.

Bunun nedeni Af örgütünün objektiviteliği korumaya çalışmasından mı kaynaklanıyor?
Evet, çok doğru bir nokta. Objektif olma noktası, bizim çok hassas olduğumuz bir durum. Çünkü objektivitemizi kaybedersek, inandırıcılığımızı da kaybederiz. Bir ihlal varsa eğer Türkiye’de, biz o ihlalin gerçekleştiği coğrafyada yaşıyoruz demektir ve ihlali gerçekleştirenlere karşı tarafsız olamayız. İkincisi tabiî ki, aktivistleri korumak da bizim sorumluluğumuzda olan bir şey. Çünkü bir basın açıklaması bile zaman zaman o açıklamanın sahibinin hayatını ya da can güvenliğini tehdit altına alabilir.
Onun dışında uluslararası bir hareket olmanın da gereğidir bu. Bir uluslararası hareketin alanı uluslararası alandır. Her şube bulunduğu ülkedeki insan hakları ihlali ile ilgilenmiş olsaydı Türkiye’deki ihlallerle sadece Türkiye şubesi ilgilenir olurdu. Ama biz Türkiye şubesinin bununla ilgilenmesini yasaklayarak, Türkiye dışındaki bütün şubeleri bu ihlalle ilgilenmeye yönlendiriyoruz. Dolayısıyla hem görünürlük artıyor hem de ihlal varsa bu ihlalin giderilmesi için oluşan kamuoyu baskısı fersah fersah artıyor.

Raporda “PKK” “Kürdistan İşçi Partisi” olarak yazıyordu. Bizdeki genel ifade tarzı ise “Terör Örgütü PKK”dır. Af Örgütü Türkiye dışına bakıyorsa eğer, dışarıdan da Türkiye’ye bakabilirsiniz diye düşünüyorum. Yurt dışında PKK nasıl bilinir, nasıl tanımlanır?
Buna bırakın terör örgütü deyip dememeyi, hangi harfle ifade ettiğiniz bile Türkiye’de zaman zaman yerinizin neresi olduğuna dair insanların ya da kurumların sonuç çıkarmasına neden olabiliyor. Nasıl bilindiğine ilişkin genel çerçevede Af Örgütü dışındaki öznelerin genel yaklaşımını aktaramam. Hem haddime değil, hem de bilgi sınırlarımı aşan bir şey. Fakat bir ifadeyi kullanıp kullanmamaktan önce, bu ifadeyi nasıl tanımladığınız önemlidir. Türkiye’de de olmak üzere birçok yerde terör tanımlanmış bir şey değil. Bu uluslararası standartlar bakımından tarifi yapılmış bir kavram değil; dolayısıyla tarifi yapılmamış bir kavramı kullanmaktan Af Örgütü yoğum bir şekilde imtina ediyor. Bu belirleyici bir şey. İkinci olarak da uluslararası alanda bilindiği ismiydi o.
Biz bir barometreyiz. Basıncı ölçeriz ama ısıyı ölçemeyiz, boyu ölçemeyiz, kiloyu tespit edemeyiz. Bizim üstümüze biri çıkar ama kırılırız barometre olarak. Biz insan hakları alanında çalışan bir barometreyiz. Bizim kafamız diğer mevzulara çok çalışmaz. Politikaya çalışmaz, tırnak içerisinde demokrasiye pek çalışmaz. “Demokrasi” kavramı bile kullanmaktan imtina ettiğimiz bir kavramdır. Bir yerde padişahlık bile olsa, meşruti monarşi ya da mutlak monarşi bile olsa, bizim barometremiz sadece o alanda insan hakları ihlali var mıdır, yok mudur onu ölçer. “Biz hiçbir şekilde birleşik krallığın yönetim biçiminin nasıl olduğu ile ilgilenmeyiz” gibi… Biz siyasi yapı değiliz, bir insan hakları örgütüyüz.

“Vicdani ret”i Türkiye tanımıyor. Peki “vicdani ret” ilan eden insanlara yönelik cezalar neden bu kadar farklılık teşkil ediyor?
Aslında askerlik de anayasal olarak tahsis edilen bir görev değildir. Yani askerlik kanunuyla taahhüt edilen bir şey. Vicdani ret tanınmamış, evet. Mahkemeler Türkiye’de vicdani rettini açıklayan kişilere, tanınmamış bir hakkı kullandıklarından ötürü değil, emre itaatsizlik, direnme, askerlik görevini yerine getirmeme gibi şeylerden ceza verirler. Bu uluslararası yargı organlarına taşındığında da bu bakımdan irdelenir.
Vicdani retti ifade ettiğinizde, halkı askerlikten soğutmaktan ötürü hakkınızda soruşturma açılıyor. Dolayısıyla sizin eyleminizi ne olarak nitelendirdiğiniz değil, iddia ve hüküm makamlarının bunu ne olarak algıladığı önemli. Bu bir tanım problemi. Şu anda Türkiye’de askere gitmemeyi önermek bir suçtur, teşvik etmek serbesttir.
Kiminin soruşturması halkı askerlikten soğutmak için yapılmış, kiminin soruşturması emre itaatsizlikten dolayı yapılmış. Kiminin soruşturması firardan ötürü yapılmış. Bütün bu soruşturmaların yaptırım maddeleri de farklı, cezaları da farklı. Birine 1 sene vermiş, diğerine 10 sene vermiş, birine takipsizlik vermiş. Askerdeyken ret yaparsanız, firar suçu işlemiş olursunuz; ben askerliği zorunlu olarak yaptım, ben gitmeyin dersem soğutma suçu işlemiş olurum. O yüzden bu cezalar farklılaşıyor.

Raporda ön plana çıkan konulardan biri de Türkiye’deki polis şiddetinin artması. Bir ülkede polis şiddeti niye artar? Bunun kaynağına inmek istersek neler söyleyebilirsiniz?
“Neden artıyor?” sorusunun çokça yanıtı olabilir. Bu sizin önceliklerinizle alakalıdır. Aslında bu orantısız bir güç kullanımıdır. Yasalar orantılı güç kullanımını meşru görür. Dolayısıyla siz “Polis şiddeti artıyor” dediniz ama polisin gözaltına aldığı kişiyi kelepçelemesini şiddet olarak nitelemezsiniz. Ya da bir kişiyi bir alana hapsetmek devlet tarafından bir yetki olarak düzenlenmişken, bu eylemin iki sivil arasında gerçekleşmesi sürekli hürriyeti tahdit olarak nitelendirilir. Bu yetkinin aşımıyla alakalıdır bir yerde polis şiddetinin artması. Yani kamu otoritesinin kendi aracılığıyla kullandığı kişilere, yetkililere, memurlara tanıdığı yetkinin arttırılarak, o kişiler tarafından kullanılmasıyla alakalı bir durumdur. Hak odaklı bakarsanız farklı görürsünüz, güvenlik odaklı bakarsanız farklı görürsünüz.

Kentsel dönüşüm projelerinden dolayı mağdur olan insanların olduğu ve BM Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar heyetinin bu projeler hakkında endişelerini dile getirdiği yazıyor raporda. Sizin, İzmir’de yaşayan bir insan olarak, İzmir’de mevcut olan kentsel dönüşüme bakışınız nedir?
Bu siyasi tasarruftur, idari tasarruftur. Biz bu siyasi ve idari tasarrufların doğruluğunu ya da yanlışlığını yargılayacak yorum yapacak bir yapı değiliz; ancak evrensel insan hakları ölçülerine göre ihlal bulunup bulunmadığını değerlendiririz. Af Örgütü Türkiye Şubesi Genel Sekreteri olarak böyle bir ifadede bulunamam. Ama mesela etnik kimlikten dolayı bir yerinden edinme durumu mu var, yoksa oranın gerçekten kentsel ihtiyaçları mı böyle bir sonuca yol açmış; biz buna bakarız.

Bir de raporda “Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılıkların üstüne gidilmedi. Yetkililer lezbiyen, gey, biseksüel ve trans (LGBT) hakları aktivistleri taciz etmeye devam etti” diyor. Bu bireylerin hakkı o toplumun kültüründen mi geçiyor, eğitiminden mi? Nasıl bu tacizler durdurulacak?
İzmir’de LGBT alanında çalışan bir derneğin avukatıyım aynı zamanda. Dolayısıyla bu vakalarla çok sık karşılaşıyorum. Bu anlamda bu ifadelerimi Af Örgütü çerçevesi dışarısında yorumlayın lütfen. Türkiye’de transseksüellerin, eşcinsellerin varlığı bile tehdit altında. Onların kendilerini ifade etmelerini bir kenara bırakıyoruz, şikayet yollarını kullanamayan transseksüeller var. Transseksüellerin haklarını bile kullanamadığı bir ortamdan bahsediyoruz. Bu en başta devletin görevidir tabiî ki. Kendi gözetimindeki insanları eğitmek. Ama eğitmek de yeterli değil. Burada bir bilinç sıçraması yaratmak zorundayız. Ben asla şunu demiyorum: Bir kişi bir eylemde bulunuyorsa ve bu eylem ceza kanunlarında suç olarak tarif ediliyorsa, sırf bu kişinin LGBT kimliğinden ötürü bağışık tutalım. Sadece bir kişinin fiziki özelliklerine, cinsel seçimlerine, cinsel yönelimlerine bakarak olamamalı.

Bize raporda yer alan İşkenceye Karşı Sözleşmenin Seçmeli Protokolü ilgili bilgi verebilir misiniz ve tam olarak neyin ihlale uğradığıyla ilgili…
Bu sözleşmeyle, sözleşmeci devletlere ihlalin gerçekleşmesinden sonraki aşamada değil, ihlalin gerçekleşmeden öncesinde bir takım önlemleri almak gibi bir yükümlülük getiriliyor. Bu hükümlülük de “önleyici mekanizma” geliştirilmesi. Bu önleyici mekanizmanın gerçekleşmesi için de bu tip kurumlara ihtiyaç var. Bu ihtiyacın yerine gerilmesi için tamamen kamu otoritesinden bağımsız, bu alanda çalışan STK’lar, barolar gibi meslek kuruluşlarının da katıldığı, güvenceye sahip olan, işleyiş mekanizması farklı olan bir yapı oluşturulması gerekiyordu. Ama bu protokolün gereği yerine gelmiyor, dolayısıyla hala orada bir açık vardır. Protokol bunu hedefliyor. Yani bir ceza evinde, bir ihlal olduğunu düşünüyorsa, bir heyet kur, bu heyetin bir bütçesi olsun, kurum başkanını kafana göre görevden alama, görevini yerine getirirken yapmış olduğu şeylerden ötürü hemen soruşturma, bağımsız bir şey olsun, ben de itibar edeyim, uluslararası camiada itibar etsin, sen de itibar et, gitsin yerinde inceleme yapsın. İşte seçmeli protokol de bu olmadı.

Elinize çekiç alırsanız her şeyi çivi görürsünüz

Hükümetin kürtajı yasaklamak istemesi ile ilgili tartışmalara neler söyleyeceksiniz?
Bu bir sağlığa erişim hakkı. Bu bir kürtaj hizmetine erişim hakkı en temelinde. Bu nüfus politikasının bir parçası olarak düşünülebilecek bir şey değil. Dolayısıyla sağlığa erişim hakkının kullanılamaması anlamına gelecek her türlü düzenleme, bir insan hakları örgütünün fikir beyan edeceği, söz söyleyeceği bir düzenlemedir. Bu da o çerçevede. Bir takım veriler var Dünya Sağlık Örgütü’nün. Kürtajın yasaklandığı ülkelerde ölümler daha az diye bir şey yok. Bir laf vardı; “Elinize çekiç alırsanız her şeyi çivi görürsünüz.” Kürtajı nüfus politikasıyla bir arada tutarsanız öyle bir sonucu çıkarabilirsiniz. 

İzmir Life Temmuz 2012


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder