http://iwefoqg.bianet.org/biamag/azinliklar/140488-eskiden-ayrimcilik-daha-azdi
Aşinalığı sevmekle, ırkçı olmak arasındaki ince çizgiyi gördük. Kendi rengindeki bir insana tanıdık geldiği için gülümsemenin ardından ama bunun bir ayrımcılık olmadığının vurgulandığı anlar yaşadık. Sırf renkleri değişik diye polis tarafından taciz edilen insanlardan, yaşadıkları şeyin ırkçılık değil, cehalet olduğunu söylediklerini duyduk.
Aşinalığı sevmekle, ırkçı olmak arasındaki ince çizgiyi gördük. Kendi rengindeki bir insana tanıdık geldiği için gülümsemenin ardından ama bunun bir ayrımcılık olmadığının vurgulandığı anlar yaşadık. Sırf renkleri değişik diye polis tarafından taciz edilen insanlardan, yaşadıkları şeyin ırkçılık değil, cehalet olduğunu söylediklerini duyduk.
Yine -aslında yaşamın tam da kendisi gibi- netliklerin
esamesinin kişiden kişiye farklı okunduğu bir konunun üzerindeyiz. Ve yine yaşanan,
öznelde farklılıkları getirse de “mağduriyet”in aşinalığının insanları
birleştirdiği ve ayırdığı noktadayız. Bu yer Afro-Türkler, yani Afrika kökenli
Türkler… Genel ifade tarzı “Arap” olduğu için ilk söylendiğinde biraz farklı
gelebiliyor kulağa. Ama son dönemde özellikle genç kuşak kendine Afrika kökenli
Türk demeyi tercih ediyor.
Afro-Türkler Osmanlı döneminde köle ticaretiyle ya da diğer
yollardan Anadolu’ya gelenlerin torunları. Geçmişten geriye renklerinden başka
geldiği topraklara ait pek de bir şey kalmamış günümüzde. Özellikle Ege ve
Akdeniz bölgelerine yerleşen ve buranın kültürüyle yüzyıllardır yoğrulan
insanların hamurunun sadece rengi esmer diye, bugün problemler yaşayabiliyorlar.
Problem yaşamıyoruz diyenler ise bulundukları köyden, mahalleden, kısacası o
lokal ortamdan pek dışarı çıkmamış kişiler.
Dediğimiz gibi Afrika kökenlilerin bugüne taşıdıkları
geleneklerden bahsetmek oldukça zor; ama son 6 yıldır geçmişten bir nefha sarıp
sarmalıyor hepsini ve bir araya getiriyor. Bu esinti, baharı karşılama ritüeli
olarak tanımlanan Dana Bayramı… Aslında bu bayram tekke ve zaviyelerin
kapatılmasına ilişkin kanun çıkıncaya kadar İzmir’de kutlanmaya devam
ediyormuş. Hatta Torbalı çevresindeki köylerde 1950’lere kadar gizlice
sürdürüldüğü söyleniyor. O tarihten sonra ise yavaş yavaş unutulmuş. Afro-Türk
Derneği tarafından ise İzmir’in Bayındır ilçesinde tekrar kutlanmaya başlanmış
ve bu yıl da 6.’sı gerçekleşti.
Anlatıldığına göre vakti zamanında üç hafta süren Dana
Bayramı kutlamalarında Godya adı verilen Afrikalı topluluğun ileri gelenleri
topladığı parayla dana alır ve bunu kurban ederlermiş. Tabi Bayındır’da yapılan
sembolik bir bayram. Mayıs ayının 3. cumartesisi bir araya gelerek piknik havasında
geçiyor ve artık dana kesilmiyor. Her sene biraz daha renklenen bayramda bu
sene Kongo, Sierra Leone, Nijerya, Sudan gibi farklı Afrika ülkelerinden sanatçılar
ve misafirler vardı, bir de siyahî “yurdum insanları”, yani Afro-Türkler.
Özlem Tınaz |
İlk konuştuğumuz kişi güzel, genç bir Afro-Türk. Doğma
büyüme İzmirli olan 18 yaşındaki Özlem Tınaz’ın babası Sudan, annesi ise Libya
kökenli. Herkes gibi Tınaz’ın da fazla bir bilgisi yok kökenleriyle ilgili.
Sadece anneannesinin Libya vatandaşı kartını görmüş ve “Afrika’da
topraklarımızın olduğunu söylemişlerdi” diyor.
Lise 3. sınıfta moda tasarımı okuyan Tınaz, ten rengi ile
ilgili sadece ilkokul 1. ve 4. sınıftayken sıkıntılar yaşadığını söylüyor.
Arkadaşları arasında şakalaşmalar oluyormuş ama onu rencide eden arkadaşı
olmadığını dile getiren Tınaz devamını şöyle anlatıyor: “Yolda yürüdüğümde
içine sokarcasına çok sevip tatlı bakan da var; sanki yaratıkmışım gibi bakan
insanlar da oluyor. Bunu normal karşılıyorum. Herkesin düşüncesi farklı.
Kimseye kendimi sevdiremem, farklı bir boyuta taşıyamam. O yüzden saygı duyuyorum.”
Evleneceği kişinin kendi renginden olmasını istediğini ama
bunun ırkçılık olmadığını ifade eden Tınaz; “Kendi rengimden olan bir insanla
daha çok anlaşabilirim. Çok karşılaştım. Mesela beyaz bir insanla ortamda
olunuyor, konuşuluyor, zenciler ya da Araplar hakkında bir espri yapılıyor, bu
insanın zoruna gidiyor. Ama kendi akrabalarınla ya da kendi çevrenle yaptığında
sorun olmuyor” diyor.
Tınaz’ın üzüldüğü konulardan birisi de insanların çocuklarını
kendilerine karşı ön yargılı yetiştirmeleri. Ve sık yaşadığı olaylardan birini
ise şöyle anlatıyor: “25-30 yaşında bir abla yoldan geçerken çocuğuna, bak seni
bunlara veririm diye gösteriyor. Korkutuyor çocuğunu. Yanlış yetiştiriyorlar
çocuklarını.” Tınaz bu durumu çok da umursamadığını, “18 yaşındayım, bu zamana
kadar keşke beyaz olsaydım demedim” diyerek
açıklıyor.
52 yaşındaki deri işçisi Yalçın Yalık ise kendisinin belki
de Afrika kökenli olup da farklı olduğu hissettirilmeyen şanslı kişilerden
olduğunu ifade ederek, kökenleri ile ilgili şunları söylüyor: “Biz hac yoluyla
gelmişiz. Arabistan tarafından. Bu daha çok şöyle oluyor: Osmanlı döneminde
hacca giden insanlar, dönerken bir tane ‘Arap’ çocuk alıyorlar. ‘Arap’ diyorlar
ama aslında zenci. Çünkü Arabistan bölgesi daha çok melezdir. Afrika oraya
yakın olduğu için melez bir ırk vardır. Orada da Afrika kökenli insanlar Arap
coğrafyasında bulunduğu için hacdan gelenler bir çocuk getiriyorlar. Ağaların,
beylerin evlerine birer tane veriyorlar. Onlara bakıyorlar, ya hayır için ya da
ne maksatla veriliyorsa... Kendi içlerinde, falanca beyde Arap kızı var,
falanca beyde de Arap oğlan var diyerek, evlenme yaşı geldiğinde
evlendiriyorlar. Böyle böyle ilerlemiş bu. Yani biz daha çok hac yoluyla gelenlerdeniz.
Tabi baba tarafında Yunanistan muhacirliği de var. Ama biz Afrika kökenli
oluşumuzu konuşuyoruz.” Yalık’ın baba tarafında Yunanistan göçmeni olması ilk
duyulduğunda kulağa ilginç gelebilir. Fakat Afrika kökenli insanlar
Yunanistan’da da yaşamışlar. Mübadele döneminde ise Türkiye’ye sadece Türklerin
değil tüm Müslümanların gelmesiyle onlarda bir taraftan Yunanistan göçmeni
olmuşlar.
Özellikle Osmanlı dönemine ait devlet arşivlerinden
Afrika’dan gelen insanlarla ilgili belgelerin ortaya çıkmasını önemsediğini
belirten Yalık; “Bizim için önemli olan şu; devlet arşivlerinden Afrika kökenli
insanlar nerelerden gelmişse, bunları araştırma, orta yere çıkarma, paylaşma…
Neyiz, ne değiliz? Bizi daha çok bu ilgilendiriyor. Çok geç olan bir şey ama bu
tek başımıza bizim sorunumuz değil. Aslında bu coğrafyada yaşayan bütün
insanların sorunu olması gerekiyor. Çünkü diğer etnik gruplardan insanlar var.
Belki bu insanlar da soyunu çok takip edememişlerdir ama devlet tarafından
korunan ufak da olsa bir şeyleri var. Hep övünürler biz 72 milletiz diye fakat
hiçbir zaman da Afrika kökenli insanlara sizin hakkınız bu denmemiş. Bazı
haklarımız 1960’tan sonra ufak ufak verilmiş. Özellikle Libya ve Sudan
tarafından getirilenler, Söke ve Aydın ovasındaki pamuk tarlalarından
çalıştırılmak üzere getirilmiş. Köle olarak getirilenler özgürlüklerine
cumhuriyetle kavuşmuyor. Bu zamanla ve kendi olanaklarıyla yavaş yavaş oluyor.
Bu insanlara ne sunulmuş ki ellerinin tersiyle itsinler” diyor.
Yalık’a Dana Bayramı’nı sorduğumuz da ise ondan şunları
dinliyoruz; “Dana Bayramı temelsiz değil. Osmanlı arşivlerinde de olan bir
şeymiş bu. Afrika kökenli insanların efendileri, beyleri tarafından senede 1-2
gün izin veriliyor. Onlar da kendi akrabalarıyla bir araya geliyor. Bir araya
geldiklerinde hasret gideriyorlar, birbirlerine dokunuyorlar, ağlıyor,
gülüyorlar, eğleniyorlar, bir şey kesip paylaşıyorlar. Dana Bayramı’nın esprisi
bu. Eskiden bu oluyormuş. Örneğin İzmir’de Temaşalık var; bir de Bayramyeri
var, Eşrefpaşa’nın olduğu yerde vardı. Aslında Bayramyeri’nin ismi oradan
kalma. Çünkü eski arşivlerden, gazete kupürlerinden bunlar çıkartılmış. Bunları
İzmir’in çok eski insanları anlatır.”
50 yaşındaki Emel Tınaz da Sudan kökenli ve o bize ninesiyle
dedesine ait kısa bir hikaye anlatıyor: “Benim dedem 7 kuşak öncesi Sudan’dan
gelmiş. Ninemin adı Mabruka’ymış. Bir kabile reisinin yanında hizmetçiymiş. Kabile
reisinin yanında dans ederken kaçırılmış. Bursa’ya gelmişler. Bursa’da sarayda
çalışmış. Saraydan sonra Bursa’da dedemle evleniyor. İzmir bölgesi daha sıcak
olduğu için dedemle beraber İzmir’e taşınıyorlar.”
Tınaz 10 yaşındayken Sudan’dan mektup gelmiş onlara; yani
davetiye. “Cahildik işte” diyor. Babası gitmemiş. 7 kardeşlermiş, imkanları da
yokmuş. Babası gidemem demiş ama Tınaz; “Şu anda benim 5 kuruş param olsa
Sudan’a gitmek isterim. Sudan’dan evlatlık da almak isterim” diyor.
Ayşe Erdem Üstüner ise Dana Bayramı’nın tekrar hayata
geçmesinden çok mutlu olan biri. Üstüner’e kendisini anlatmasını istediğimizde
şunları söylüyor: “54 yaşındayım, bugüne kadar ayrımcılık görmedim. Her
gittiğim yerde sevildim, sayıldım, beklenildim. Hala daha öyle. Benim genç
kızlığımda, 30-35 sene önce, ayrımcılık yoktu. Şimdi daha fazla var.” Ayrımcılık
yaşamadığını söyleyen Üstüner için aşina olmanın yakınlığı Dana Bayramı’nda
devreye girmiş: “Dana Bayramı çok güzel bir şey. Tanımadığın kişilerle
karşılaşıyorsun. Öyle bir şey ki, dünyada bir sürü beyaz var. Onları gördüğün
zaman gülümsemiyorsun ama kendi ırkından birini gördüğün zaman, erkek ya da
kadın hiç değişmiyor, art niyet taşımıyorsun, gülümsüyorsun. Ben şimdi bu
arkadaşları gördüm. Sanki canımdan birisiymiş, ailemden birisiymiş gibi onlara
sarıldım.”
Afro-Türk Derneği İstanbul Sorumlusu Kıvanç Doğu ile konuşuyoruz
bir de. Doğu bize Afro-Türklerin İstanbul’da daha çok olumsuzlukla
karşılaştığını ifade ediyor. Ama önce Doğu’dan dedesinin Anadolu’ya nasıl
geldiğini dinliyoruz: “İlk önce Yunanistan’a geliyorlar. Türkleşme aslında
Yunanistan’da başlıyor. Orada Müslüman olarak yaşıyorlar. Sonra benim dedem
Rumlarla ve Ermenilerle Kurtuluş Savaşı’nda çatışarak Türkiye’ye geliyor. Sonra
tekrar gidiyor, sonra orayı bırakıyor. İlk geldiklerinde dedelerimize Atatürk
Karadeniz’den yer veriyor. Yani atla sürülüp bitirilemeyecek kadar tarlalar
vermişler. Orada da Karadeniz’le birleşme oluyor.”
Doğu, İstanbul’da yaşadığı sıkıntıyı şu sözlerle anlatıyor: “Ben
İstanbul’dayken, çok sıkıntı yaşıyorum. İstanbul İzmir’in bir üst noktası.
Çünkü İstanbul daha çok yabancı ağırlıklı bir şehir. İzmir’de baktığın zaman bu
adam Arap’sa Türk’tür diyorsun. Ama İstanbul böyle değil. İstanbul’da herkes
var. En basit örnek, Mecidiyeköy’de oturuyorum, günde 3 defa GBT’ye sokuluyorum.
Nüfusumu çıkartıyorum, Türküm, burada doğdum, babam Karadenizli diyorum, Laz
uşağı diyorum, daha ne diyeyim artık. Amcamlar Laz, beyaz tenli, 7 kardeşler,
her şeyi anlatıyorum. Nüfusu çıkardığım zaman bu sefer daha büyük tehlike
olarak görüyorlar. Nüfusu taklit mi ettin, sahte mi nüfus diyor. Kafalarında o
kadar çok art niyet var ki, caddeden karşıya geçiyorum, bana pasaportunu göster
diye hareket yapıyor. Benim daha iyi bir şeyim var diyerek nüfusu çıkartıyorum.
Nüfusa da inanmıyor bu sefer. 3 kişilik bir ekip, indiriyor arabadan beni
dışarı. Yanımda tanıdığım insanlar, kız arkadaşım var, beni arabaya dayamaya
çalışıyor, üstümü arayacak. Bizim insanlarımız da Amerikan filmlerinden çok
fazla etkileniyor. Gördükleri zaman da gözlük şekil, diyor tam Amerikalı ben
bunu yakalarsam biraz da egomu tatmin ederim. Böyle farklı bir bakış irdeleniyor.
Ben 24 şaşındayım. 20 yaşına kadar hep ırkçılık var dedim. Son 4 yıldır -5
buçuk yıldır yaşıyorum İstanbul’da- şunun farkına vardım: Türkiye’de ırkçılık
yok, Türkiye’de cehalet var.”
Kıvanç Doğu ve Kerem Özcan |
31 yaşındaki Kerem Özcan “Ben ırkçı
değilim, eşim beyaz” diyip gülerek başlıyor konuşmasına ve Türkiye’deki
ırkçılık meselesini kendi deneyimlerine dayanarak anlatıyor: “Türkiye’de
ırkçılık farklı. Burada hep Kürt ve Türk. Laz’ı, Çerkez’i falan hep aynı. Biz
insanlara yaklaşırken rahat yaklaşıyoruz ama insanlar bize yaklaşırken ön
yargılı yaklaşıyor. Annemle İstanbul’a gittik. Motosikletli polisler geldi.
Şöyle bir baktılar bize, burada zenciler varmış dedi. Ben, bir problem mi var
dedim. Bunlar Türkçe de biliyormuş dedi. Gayet normal değil mi Türküm çünkü
dedim. Kimliği çıkardım, koydum masaya. Vardır bunda bir problem dedi. Sadece
problemim zenci olmam dedim. Burada beyaz tenli biri olsa hiç bakmazdın bile
arkana dedim. Ben eşin varken yanında, burada beyazlar varmış diyor muyum,
demiyorum. Artık insanların dedikleri de umurumda değil. O cehaleti
değiştiremezsiniz, o kapıyı açamazsınız. Ama biz açtık. Ne yaparlarsa yapsınlar
dedik.”
Özcan, aynı zamanda Afrika kökenli
Türklerin evlat edinme, asker ve polis olma konusunda yaşadığı çifte standarttan
bahsediyor: “Biz evlat edinemiyoruz. Renk farklı olduğu için alamıyoruz. Çocuk
büyüdüğünde ‘Bu adam benim babam değil’ riskini göze almamak için vermiyorlar.
Siyah çocuk evlat edinebiliyorsun ama o da yok. Biz yardım etmek istesek de yapamıyoruz.
Multi milyarder de olsan o çocuğa bakamıyorsun. Kaçak yollardan bakabilirsin. Yaklaşık
50 bin doların olsa yurt dışından çok rahat çocuk getirtebilirsiniz. Ben
subaylık sınavına da girdim, olmuyor. Senin 7 göbeğin Türkiye’de olması
gerekiyor ki asker ya da polis olabilmen için. Ben kuzey Irak’ta yaptım
askerliğimi ama kimse subay olabilirsin demedi.”
Son olarak 33 yaşındaki Hatice Yıldız Daramola ile
konuşuyoruz. Bu bayramdaki en renkli kişiler arasında. Hem kıyafetleriyle hem
de ışıl ışıl parlayan gözleriyle bir anda enerjimizi yükseltiyor. Soyadının ne
anlama geldiğini sorduğumuzda mutluluğunun nedeni de anlaşılıyor: “Eşim
Nijeryalı olduğu için soyadım Daramola. Eşim 3 yıl önce Türkiye’ye gelmiş.
İzmir’de futbol oynuyor. Onunla beraber Afrika yemeklerini yemeyi ve yapmayı
öğrendim. Onların duaları farklı, gittikleri kiliseler farklı. Onlarla iç
içeyim. İngilizcem Nijerya İngilizcesine döndü. Yani Nijerya’ya doğru gitmeye
başladım. Önümüzdeki yaz da Nijerya’ya gitmeyi düşünüyoruz.”
Babası Sudan, annesi Libya kökenli olan Daramola, geçmişiyle
ilgili bildiği kadarını şöyle aktarıyor: “Babaannem hala yaşıyor. Onun babasını
bir Afrika ülkesinden gelirken –o da hatırlamıyor- birileri getirmiş buraya. O,
Osmanlı zamanında gelmemiş yani. Burada bir köy var Atalan diye. Oraya
yerleştirilmiş. Orada da, köye gelen bir Afrikalıyla evlendirilmiş.”
Renklerinden ötürü Daramola ile eşi bazı problemler
yaşıyormuş İzmir’de. Onlar ise İstanbul’da daha rahat yaşayabileceklerini
düşünüyorlar ve bu fikrini şöyle dile getiriyor Daramola: “Başka bir şey var
Türkiye’de. Eşimle evlendikten sonra bunu daha iyi anlamaya başladım. Eşim
benim şimdi İzmir’de oturmak istemiyor. İstanbul’da oturmak istiyor.
İstanbul’da daha çok oldukları için orada kabul etmişler. Bizim İzmir’de hep
‘Bak bak zenci gördün mü?’ Yani hep bir taciz var. Biz zaman zaman dışarı
çıkmak istemiyoruz. Eşim İzmirspor’da futbol oynuyordu. Kendi arkadaşlarının
arasında bile kabul edilmedi bir dönem. Hatta Emre Belezoğlu geçen gün bir
futbolcuya ‘pis zenci’ demiş. Aynı şeyi benim eşim her zaman yaşadı oynadığı
takımda. En sonunda biraz tartışmaya girdi, kadro dışı bırakıldı. Türkiye’de
ırkçılık var mı derseniz, bana göre Türkiye’de ırkçılık var. Biz hep
ötekileştiririz ya Kürt, Çingene, Arap diye. Başkaları bunu cahillik olarak nitelendiriyor
ama bu cahillik değil.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder