"Polis
şiddetinin artması orantısız bir güç kullanımıdır. Bu yetkinin aşımıyla
alakalıdır bir yerde. Hak odaklı bakarsanız farklı
görürsünüz, güvenlik odaklı bakarsanız farklı görürsünüz."
Uluslararası Af Örgütü son bir yılda yaşanan insan hakları
ihlallerini ve dünya çapındaki ülkelerdeki insan hakları durumunu mercek altına
aldığı yıllık raporunu yayımladı. Türkiye'de söz verilen anayasal ve diğer
yasal düzenlemelerin gerçekleşmediğinin vurgulandığı raporda ifade özgürlüğünün
tehdit edildiğine, göstericilere karşı artan polis şiddetine ve çocuklara
Terörle Mücadele Kanunu kapsamında dava açılmaya devam edildiğine değiniliyor. Ayrıca
kusurlu terörle mücadele yasaları kapsamında yapılan binlerce kovuşturmanın
adil yargılama standartlarını yakalayamadığı, bombalı saldırıların sivillerin
yaşamına mal olduğu, vicdani ret ve çocuk haklarının korunması konularında
hiçbir ilerleme kaydedilmediği de raporda yer alıyor. Mülteci ve
sığınmacıların, lezbiyen, gey, biseksüel ve trans bireylerin haklarının yasada güvencesiz
olduğu ve kadına yönelik şiddeti önleme mekanizmalarının yetersiz kaldığı da
yazıyor.
Raporu okuduğumuzda oldukça kabarık bir listeyle
karşılaşıyoruz. Biz de Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Genel Sekreteri
Av. Kerem Dikmen’le bu raporun Türkiye ile ilgili kısmını değerlendirdik.
Öncelikle Af Örgütü’nün çalışma sistemi ve ihlallerin önlenmesi konusunda neler
yaptığını anlatan Dikmen, vicdani ret ilan edenlerin aldıkları cezaların neden
farklılaştığından, “terör” ve “demokrasi” kavramlarını kullanmaktan neden
imtina ettiklerine kadar birçok konuya değindi.
Alâmetifarikası “Acil
Eylem Mektubu”
Bize kısaca
Uluslararası Af Örgütü’nü tanımlar mısınız? Amacı nedir ve bunun için neler
yapar?
Af örgütü İngiltere merkezli bir kuruluş. 50 yaşında. Orta
yaşın üzerinde. Daha çok kişiler üzerinden çalışan, yani gruplar üzerinden
alışan, insan hakları alanında ağırlıkta lobi faaliyeti yürüten, raporlamalar
yapan, hükümetlerden yardım almayan, maddi kaynağı hükümetler olmayan,
İngiltere merkezli bir insan hakları kuruluşu en kaba tabirle. Esas olarak
çıkış noktası diktatörlük döneminde Portekiz’de gerçekleşen bir insan hakları
ihlaliyle ilgili bir mektup yazma. Özgürlüğe kadeh kaldırıyor iki Portekizli
öğrenci. Fakat bu daha sonra soruşturma ve gözaltı sürecinin başlangıcı oluyor.
Bunu İngiltere’deki hukukçular gazeteleri okuyunca bir şey yapmak gerektiği
üzerinden yola çıkıyorlar ve mektup yazıyorlar bu bir insan hakları ihlalidir
ve siz de bu insan hakları ihlaline bir son verin şeklinde. Ve ilk faaliyetler
bu şekilde mektup yazma -ki bizim hala kullandığımız en önemli yöntemlerden
biridir- faaliyeti olarak başlıyor.
“Acil Eylem Mektubu” olarak adlandırıyoruz bunları. Bu da ne
demek oluyor? Bir ülkede bir ihlal olduğunda vaka bazında -kişilerin gözaltı sürecinin
uzaması olabilir ya da cezaevi koşullarının kötülüğü olabilir- o kişinin o
durumdan çıkması için, yani o ihlalin önlenmesi için bir mektup maratonu
yapılır. O ülkenin dışındaki ülkelerde Af Örgütü faaliyetini yürüten insanlar ihlalin
gerçekleştiği yerde, ihlali giderme yetkisine sahip kişilere; o ülkenin devlet
başkanı olabilir, hükümet başkanı olabilir, adalet bakanı, sağlık bakanı
olabilir her kimse, bunlara mektup yazarlar ve bu mektuplarla o ihlalin giderilmesi
hedeflenir. Aslında Af Örgütü’nün alâmetifarikası Acil Eylem Mektubu’dur. Yani
biz bir yerde ihlal gerçekleştiğinde oturur mektup yazarız, oraya göndeririz ve
yüzde 40 oranında da başarısı vardır.
Af Örgütü’nde
ülkelerin yıllık raporları nasıl hazırlanır? Her ülke için hazırlanan raporun
ayağını kimler oluşturur?
İngiltere’deki merkezde masalar var. Bu masalardaki bilgiler
derleniyor, toparlanıyor sene içerisinde. Buradan bireyler tek tek de
iletebiliyor, gözlemciler vardır, medya taramacıları vardır ve bu raporlar
oluşturuluyor. Türkiye’deki bazı ihlaller ile ilgili doğrudan şubelerden
gözlemciler de olabiliyor. Örneğin KCK, Ergenekon, Ahmet Yıldız davası gibi… Bunlara
yurtdışındaki şubeler de gözlem yapmak için gelebiliyorlar, bizim bilgimiz
dışında. Dolayısıyla bu bilgiler rapor haline getiriliyor.
Ben Türkiye Şubesi Genel Sekreteri olarak bu raporun hiçbir
yerinde değilim. Zaten Af örgütünün en belirleyici özelliklerinden biri şubeler
hiçbir zaman vaka bazında -özellikle kendi ülkelerindeki- ihlallerle
ilgilenemezler. En sert kuralımız budur. Ben mesela doğrudan Türk hükümetinin x
mevzusundaki bir insan hakları ihlaline karşı eylem yapamam. Genel açıklamalar
yapılabilir ama vaka bazında “Durdurun burada bir insan hakları ihlali var”
diyemem. Fakat örneğin; Yunanistan şubesi diyebilir. Ben de “Portekiz’de bir
ihlal var, hadi buna mektup yazalım” diyebilirim. Ancak vaka bazında olmasa da
tema bazında bunların istisnaları vardır, yani son kürtaj örneğinde olduğu
gibi… Esas olarak ülke içi bir ihlale gönderme yapsa da, Türkiye şubesi olarak düşüncelerimizi
kamuoyu ile paylaşabilir, ilgili makamlardan talepte bulunabiliriz. Ya da
mülteci alanında… Sonuç olarak Uluslararası Af Örgütü’nün dünya çapında ettiği
lafların Türkiye’deki sahibi biziz.
Bunun nedeni Af
örgütünün objektiviteliği korumaya çalışmasından mı kaynaklanıyor?
Evet, çok doğru bir nokta. Objektif olma noktası, bizim çok
hassas olduğumuz bir durum. Çünkü objektivitemizi kaybedersek,
inandırıcılığımızı da kaybederiz. Bir ihlal varsa eğer Türkiye’de, biz o
ihlalin gerçekleştiği coğrafyada yaşıyoruz demektir ve ihlali
gerçekleştirenlere karşı tarafsız olamayız. İkincisi tabiî ki, aktivistleri
korumak da bizim sorumluluğumuzda olan bir şey. Çünkü bir basın açıklaması bile
zaman zaman o açıklamanın sahibinin hayatını ya da can güvenliğini tehdit
altına alabilir.
Onun dışında uluslararası bir hareket olmanın da gereğidir
bu. Bir uluslararası hareketin alanı uluslararası alandır. Her şube bulunduğu
ülkedeki insan hakları ihlali ile ilgilenmiş olsaydı Türkiye’deki ihlallerle
sadece Türkiye şubesi ilgilenir olurdu. Ama biz Türkiye şubesinin bununla
ilgilenmesini yasaklayarak, Türkiye dışındaki bütün şubeleri bu ihlalle
ilgilenmeye yönlendiriyoruz. Dolayısıyla hem görünürlük artıyor hem de ihlal
varsa bu ihlalin giderilmesi için oluşan kamuoyu baskısı fersah fersah artıyor.
Raporda “PKK”
“Kürdistan İşçi Partisi” olarak yazıyordu. Bizdeki genel ifade tarzı ise “Terör
Örgütü PKK”dır. Af Örgütü Türkiye dışına bakıyorsa eğer, dışarıdan da Türkiye’ye
bakabilirsiniz diye düşünüyorum. Yurt dışında PKK nasıl bilinir, nasıl
tanımlanır?
Buna bırakın terör örgütü deyip dememeyi, hangi harfle ifade
ettiğiniz bile Türkiye’de zaman zaman yerinizin neresi olduğuna dair insanların
ya da kurumların sonuç çıkarmasına neden olabiliyor. Nasıl bilindiğine ilişkin
genel çerçevede Af Örgütü dışındaki öznelerin genel yaklaşımını aktaramam. Hem
haddime değil, hem de bilgi sınırlarımı aşan bir şey. Fakat bir ifadeyi
kullanıp kullanmamaktan önce, bu ifadeyi nasıl tanımladığınız önemlidir.
Türkiye’de de olmak üzere birçok yerde terör tanımlanmış bir şey değil. Bu uluslararası
standartlar bakımından tarifi yapılmış bir kavram değil; dolayısıyla tarifi
yapılmamış bir kavramı kullanmaktan Af Örgütü yoğum bir şekilde imtina ediyor.
Bu belirleyici bir şey. İkinci olarak da uluslararası alanda bilindiği ismiydi
o.
Biz bir barometreyiz. Basıncı ölçeriz ama ısıyı ölçemeyiz,
boyu ölçemeyiz, kiloyu tespit edemeyiz. Bizim üstümüze biri çıkar ama kırılırız
barometre olarak. Biz insan hakları alanında çalışan bir barometreyiz. Bizim
kafamız diğer mevzulara çok çalışmaz. Politikaya çalışmaz, tırnak içerisinde
demokrasiye pek çalışmaz. “Demokrasi” kavramı bile kullanmaktan imtina
ettiğimiz bir kavramdır. Bir yerde padişahlık bile olsa, meşruti monarşi ya da
mutlak monarşi bile olsa, bizim barometremiz sadece o alanda insan hakları
ihlali var mıdır, yok mudur onu ölçer. “Biz hiçbir şekilde birleşik krallığın
yönetim biçiminin nasıl olduğu ile ilgilenmeyiz” gibi… Biz siyasi yapı değiliz,
bir insan hakları örgütüyüz.
“Vicdani ret”i
Türkiye tanımıyor. Peki “vicdani ret” ilan eden insanlara yönelik cezalar neden
bu kadar farklılık teşkil ediyor?
Aslında askerlik de anayasal olarak tahsis edilen bir görev
değildir. Yani askerlik kanunuyla taahhüt edilen bir şey. Vicdani ret
tanınmamış, evet. Mahkemeler Türkiye’de vicdani rettini açıklayan kişilere,
tanınmamış bir hakkı kullandıklarından ötürü değil, emre itaatsizlik, direnme,
askerlik görevini yerine getirmeme gibi şeylerden ceza verirler. Bu uluslararası
yargı organlarına taşındığında da bu bakımdan irdelenir.
Vicdani retti ifade ettiğinizde, halkı askerlikten
soğutmaktan ötürü hakkınızda soruşturma açılıyor. Dolayısıyla sizin eyleminizi
ne olarak nitelendirdiğiniz değil, iddia ve hüküm makamlarının bunu ne olarak algıladığı
önemli. Bu bir tanım problemi. Şu anda Türkiye’de askere gitmemeyi önermek bir
suçtur, teşvik etmek serbesttir.
Kiminin soruşturması halkı askerlikten soğutmak için
yapılmış, kiminin soruşturması emre itaatsizlikten dolayı yapılmış. Kiminin
soruşturması firardan ötürü yapılmış. Bütün bu soruşturmaların yaptırım
maddeleri de farklı, cezaları da farklı. Birine 1 sene vermiş, diğerine 10 sene
vermiş, birine takipsizlik vermiş. Askerdeyken ret yaparsanız, firar suçu
işlemiş olursunuz; ben askerliği zorunlu olarak yaptım, ben gitmeyin dersem
soğutma suçu işlemiş olurum. O yüzden bu cezalar farklılaşıyor.
Raporda ön plana
çıkan konulardan biri de Türkiye’deki polis şiddetinin artması. Bir ülkede
polis şiddeti niye artar? Bunun kaynağına inmek istersek neler
söyleyebilirsiniz?
“Neden artıyor?” sorusunun çokça yanıtı olabilir. Bu sizin
önceliklerinizle alakalıdır. Aslında bu orantısız bir güç kullanımıdır. Yasalar
orantılı güç kullanımını meşru görür. Dolayısıyla siz “Polis şiddeti artıyor”
dediniz ama polisin gözaltına aldığı kişiyi kelepçelemesini şiddet olarak
nitelemezsiniz. Ya da bir kişiyi bir alana hapsetmek devlet tarafından bir
yetki olarak düzenlenmişken, bu eylemin iki sivil arasında gerçekleşmesi sürekli
hürriyeti tahdit olarak nitelendirilir. Bu yetkinin aşımıyla alakalıdır bir
yerde polis şiddetinin artması. Yani kamu otoritesinin kendi aracılığıyla
kullandığı kişilere, yetkililere, memurlara tanıdığı yetkinin arttırılarak, o
kişiler tarafından kullanılmasıyla alakalı bir durumdur. Hak odaklı bakarsanız
farklı görürsünüz, güvenlik odaklı bakarsanız farklı görürsünüz.
Kentsel dönüşüm
projelerinden dolayı mağdur olan insanların olduğu ve BM Ekonomik, Toplumsal ve
Kültürel Haklar heyetinin bu projeler hakkında endişelerini dile getirdiği
yazıyor raporda. Sizin, İzmir’de yaşayan bir insan olarak, İzmir’de mevcut olan
kentsel dönüşüme bakışınız nedir?
Bu siyasi tasarruftur, idari tasarruftur. Biz bu siyasi ve
idari tasarrufların doğruluğunu ya da yanlışlığını yargılayacak yorum yapacak
bir yapı değiliz; ancak evrensel insan hakları ölçülerine göre ihlal bulunup
bulunmadığını değerlendiririz. Af Örgütü Türkiye Şubesi Genel Sekreteri olarak
böyle bir ifadede bulunamam. Ama mesela etnik kimlikten dolayı bir yerinden
edinme durumu mu var, yoksa oranın gerçekten kentsel ihtiyaçları mı böyle bir
sonuca yol açmış; biz buna bakarız.
Bir de raporda “Cinsel
yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılıkların üstüne gidilmedi.
Yetkililer lezbiyen, gey, biseksüel ve trans (LGBT) hakları aktivistleri taciz
etmeye devam etti” diyor. Bu bireylerin hakkı o toplumun kültüründen mi
geçiyor, eğitiminden mi? Nasıl bu tacizler durdurulacak?
İzmir’de LGBT alanında çalışan bir derneğin avukatıyım aynı
zamanda. Dolayısıyla bu vakalarla çok sık karşılaşıyorum. Bu anlamda bu ifadelerimi
Af Örgütü çerçevesi dışarısında yorumlayın lütfen. Türkiye’de
transseksüellerin, eşcinsellerin varlığı bile tehdit altında. Onların
kendilerini ifade etmelerini bir kenara bırakıyoruz, şikayet yollarını
kullanamayan transseksüeller var. Transseksüellerin haklarını bile
kullanamadığı bir ortamdan bahsediyoruz. Bu en başta devletin görevidir tabiî
ki. Kendi gözetimindeki insanları eğitmek. Ama eğitmek de yeterli değil. Burada
bir bilinç sıçraması yaratmak zorundayız. Ben asla şunu demiyorum: Bir kişi bir
eylemde bulunuyorsa ve bu eylem ceza kanunlarında suç olarak tarif ediliyorsa,
sırf bu kişinin LGBT kimliğinden ötürü bağışık tutalım. Sadece bir kişinin
fiziki özelliklerine, cinsel seçimlerine, cinsel yönelimlerine bakarak
olamamalı.
Bize raporda yer alan
İşkenceye Karşı Sözleşmenin Seçmeli Protokolü ilgili bilgi verebilir misiniz ve
tam olarak neyin ihlale uğradığıyla ilgili…
Bu sözleşmeyle, sözleşmeci devletlere ihlalin
gerçekleşmesinden sonraki aşamada değil, ihlalin gerçekleşmeden öncesinde bir
takım önlemleri almak gibi bir yükümlülük getiriliyor. Bu hükümlülük de “önleyici
mekanizma” geliştirilmesi. Bu önleyici mekanizmanın gerçekleşmesi için de bu
tip kurumlara ihtiyaç var. Bu ihtiyacın yerine gerilmesi için tamamen kamu
otoritesinden bağımsız, bu alanda çalışan STK’lar, barolar gibi meslek
kuruluşlarının da katıldığı, güvenceye sahip olan, işleyiş mekanizması farklı
olan bir yapı oluşturulması gerekiyordu. Ama bu protokolün gereği yerine
gelmiyor, dolayısıyla hala orada bir açık vardır. Protokol bunu hedefliyor.
Yani bir ceza evinde, bir ihlal olduğunu düşünüyorsa, bir heyet kur, bu heyetin
bir bütçesi olsun, kurum başkanını kafana göre görevden alama, görevini yerine
getirirken yapmış olduğu şeylerden ötürü hemen soruşturma, bağımsız bir şey
olsun, ben de itibar edeyim, uluslararası camiada itibar etsin, sen de itibar
et, gitsin yerinde inceleme yapsın. İşte seçmeli protokol de bu olmadı.
Elinize çekiç
alırsanız her şeyi çivi görürsünüz
Hükümetin kürtajı
yasaklamak istemesi ile ilgili tartışmalara neler söyleyeceksiniz?
Bu bir sağlığa erişim hakkı. Bu bir kürtaj hizmetine erişim
hakkı en temelinde. Bu nüfus politikasının bir parçası olarak düşünülebilecek
bir şey değil. Dolayısıyla sağlığa erişim hakkının kullanılamaması anlamına
gelecek her türlü düzenleme, bir insan hakları örgütünün fikir beyan edeceği,
söz söyleyeceği bir düzenlemedir. Bu da o çerçevede. Bir takım veriler var
Dünya Sağlık Örgütü’nün. Kürtajın yasaklandığı ülkelerde ölümler daha az diye
bir şey yok. Bir laf vardı; “Elinize çekiç alırsanız her şeyi çivi görürsünüz.”
Kürtajı nüfus politikasıyla bir arada tutarsanız öyle bir sonucu
çıkarabilirsiniz.
İzmir Life Temmuz 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder